Bu karmaşanın içinde hapsoldum, geçip gidemiyorum. Her taraf dikenli çalılar… “Şşş, birisi var burada. Suya bakıyor.” dedi ufaklık. Eğilince tepeden aşağıya, onu görmüştüm. Parmağıyla okşuyordu yansıyan saçlarını, bir şeyler görmüş olacak ki ufaklık korku içinde bana sarıldı. “Cadı, cadı değil mi o? Suda saçları yanıyordu, gözleriyle bana kızgın kızgın baktı. Ne olur gidelim buradan. Korkuyorum.”
Cevap vermedi, sevdi başını ve yukarıya kendisine diktiği gözlerine gülümsedi. Ona en yakın ama sonsuza dek en yasaklı kişiydi akan suya bakan. “Onu suya dalmış bakarken ilk kez görmüştüm” diye iç geçirdi. Akşam olduğunda aynı dereye indi. Gece, rüyasındaymış gibi parlak birkaç yıldız balıkları kovalıyordu. Avuç dolusu suyu yüzüne çarptı. Fakat ellerini kıpırdatamıyordu yüzünden. Nefes alması imkânsız olmaya başladı. Çırpınmaya çalıştı. Ayakları yerden kesildi, süzüldü aşağılara. Bedeninin her santimetre karesine ağrılar saplanıyordu. Tek başına kalakaldı. Ellerini kurtardığında yüzünden, bulanık karanlıkta boğuluyordu en derininde bu okyanusun. Sular kaplamıştı tüm ağaçları, ormanı ve dağı. Sonu gelmeyecek bir serinlikti bu. Neydi baktığı su? Sevdiceğini gösteren miydi yoksa ikiler aynası mı? Ufaklığı düşündü, kalbi sıkıştı, nefesi asla yetmeyecekti, ağaçlar bilmeden orman ölecekti. Dünü bugünüyle çatıştı zamanın, ardı anıyla, anı ufkuyla. Harp etti toyluğu, olgunluğuyla. İndi daha da aşağılara doğru bu ağır gökyüzünün. Elleri kapılara ancak uzanıyordu artık. Arkasında beliren ansızın kâbuslar, kapıyı açmaya zorladı. Gözleri kısıldı, aralanan ağzından çıkan annesinden ona söylediği bir şarkının mırıltısıydı. “Konuşurlar gökyüzü ve ay dede, uykusundayken güneş…” Baloncuklar azaldı, kapı aralandı, etrafını karanlık sardı. Bu gecenin sisi son nefesini yuttu. Güçlü ve kararlı bir el ona uzandı. Bu sıcak ve iri parmaklar babasının elinden başkasına ait değildi. “Kalk evlat.” Zamanın az kaldığını biliyordum, bu vedayı geciktirmek beni de yıkıyordu…