Kötülük Çiçekleri

09/2021

Doooonnn!!

‘‘Toparlan!’’

Oldukça kolaydı baba…

‘‘Haydi bir tanem, yapabilirsin.’’

Keşke anne, keşke o kadar basit olsaydı…

‘‘Kaldır kıçını piç kurusu!’’

‘‘Ona öyle seslenme!’’

Üzülme, annem olmak için fazla korkmuştun.

‘‘Onlu veya onsuz gidiyoruz, hemen!’’

En az senin kadar da ben…

‘‘Şu rezilliğe bak, otur oturduğun yerde! Her gün ellerimi yıkasam da artık geçmez bunun kokusu. Ya benimle gel ya da şununla kal!’’

Şu; kendim olmayı başardığım tek sıfat.

Encın metalik düdüğün uyarısıyla bir inilti koyuverdi uzandığı yerden. Gecenin içinde ıslak taşlardan süzülen açık kırmızı kan etrafını kaplarken cesedin yanındaki kındızı (aynı anda üç ila yirmi mm arasında dört farklı zırh delici mermi atabilen insan yapımı uzun namlulu tüfek) çekti ve omzuna yüklendi uzun namlusunu. Dertli bir geceden kopup gelmiş -histerik bir fırtına misali- cadde boyu raks eden cılız hortum da onu izledi ve duvardan duvara çarparak peşi sıra dört yola geldiğinde Encın cebindeki paçavraya dönmüş doğum belgesini parçalayıp boşluğa savurdu. Caddenin tüm kokusunu da alıp götürsün istedi bir an üstündeki girdabın. Çığlıksı bir düdük sesiyle birlikte sokağın koyu sınırından kuzey polisinin sinyal aracı belirdi. Hepi topu bir ayak kadar boyuyla bu minyon ikiz açık gri zeminin hemen üzerinde süzülüyordu. Encın, terk edilmiş müzenin önüne geldiğinde sıvaları dökülmüş, iskeleti fırlamış ve yer yer derin kırıklar taşıyan altı adet ön kolon saydı. Hemen hemen hepsi kaçak duvar resimleriyle doluydu. Grahma’nın Ölü Kuklası’nın önünde donakalmış halde, büyük kardeşin caddede ışıma taramasını izledi. O an için sanki bütün blokta sessizlik hakimdi. Olduğu yerde sırtını yapıştırdığı kolonun arkasında gizlendi. Kolonun gerisindeki delik deşik gri duvardan yansımamış olan tarayıcı mor ışık içinin ferahlamasını sağlamıştı. Biraderlerin uzaklaşmasıyla birlikte önce sinirli bir ayak sürüme ve ahşabın toklaması duyuldu ardından bu yeni sesin yerini yaşlı, çirkin yüzüyle ‘kayıkçı’ lakaplı Anton aldı. Aksayan bacağı muntazam bastonundan iki tane sarı renkli eklem pilini Encın’a doğru attı. Encın’sa on iki dirim çekirdeği kapsülünü saygıyla Anton’un önüne bıraktı.

‘‘Berbat görünüyorsun. En son ne zaman kullandın?’’

Yaratıkların en aşağılığı gibi bakıyor bana Anton. Ceketim solumdaki sıçan ölüsünden daha mı kötü kokuyor yoksa. Hep o aynı tiksinti. Yumruklarıyla seven bir ba-BAM! ‘‘Orospu çocuğu seni! Kalk ve özür dile hemen!’’ Gülümsemesini yutkunarak kaybetmiş gözlerini kaçıran an-Ne istiyorsun benden? Senin için her şeyi denedik! Burada daha güvendesin! Sırtını bana dönecek kadar tiksinti duyan döküntü bir android. ‘‘Kaldır şunları gözümün önünden. Grahma seni bekliyor.’’

Üzerine basılan gizli bir kaldırım taşı asansörün yamuk kapısını açıyor, biniyoruz. Bastonuyla kaval kemiğime vuruyor. Ama o daha önümde kavuşturduğum gözlerimi yakalayamamışken, yine oradan bağırıyor gece.

Doooonnn!!

Tam bir yıkığım -ne annem ne babam- şimdiye gebermişlerdir bile. Bu evden en son ne zaman çıktığımı kime sorarım? Beni almaya geldiklerinde onlara ne dedim? Bilinçsizce bir uykuda göğsüme sarmaladığım yalnızlığı kış dostu sıcacık bir yorgan gibi sakladım bugüne kadar. ‘‘Hareket etme! Bu işareti taşıdığın sürece hizmet edeceksin!’’ Kocaman kara gözleri büyüyor siyahi suratın sırıtışında. Bu o mu? Minik bir poşeti bağlıyorlar işte, omzumdan aşağısı akıyor ve kayboluyor zamanla. Bugüne kadar da göremedim… Duvarlar zamkla yapıştırılmış gibi sanki usanmış yaptığı işten. Grahma bana bakıyor fırın gibi gözlerle, o tanıdığım en despot ŞEY! Sanki bunun için her gece şükrediyor. Yere doğru eğilmekten gururumu düşüreceğimi biliyorum. Yine de eğiliyorum. Zaten elimde geriye birkaç taşıyıcı pilden başka ne kaldı? Hareket etmek için bile beni sakatlayanlara muhtacım değil mi ya? Suratıma çarptı Baudelaire’in kitabını!

Bana bak ucube! Evet sen…

‘‘Seninle iyi anlaşacağız evlat. Maiyetimde çalışacaksın. Brenfury sokakları artık bizim mıntıkamız. Diğerlerine bunu hatırlatacaksın…’’ Eklemlerim bağırıyor, sanki imkân versem beni terk edecekler. Öyle bir sarsıntı… Yüksek tavana değiyor kel başı, gözleri gittikçe daha da parlıyor kirli salonda. Yaratıcımın huzurunda eğildikçe nabzım hızlanıyor. Her adımında, tavandan etrafa binlerce parça saçılıyor. Artık dayanamıyorum ayaklarımın altındaki canavara.

‘‘Getirdiğin kapsüllerden biri boş! Bana bir tane daha borçlusun Encın ve ben alacaklı olmayı sevmem. Bedenleri ortada bıraktığını da duydum. Birilerine mi özeniyorsun? Onlara ne yaptığımı gördün, annene ve baban sandığın adama…’’

Grahma, şehri altına üstüne getiren çetenin hakimiydi. Diğer android soydaşlarının aksine korkulacak çok fazla özelliği vardı ve bunları sözlerinden ziyade eylemleriyle kazanmıştı. Encın’sa insanlığa verdiği en ağır cevap olarak hep bir fedai olarak yanında çalışmak zorundaydı. Hayatta kalmak istiyorsa korkulan bir portrenin ölüsü olarak yaşamaya razı olacaktı. Bu yüzden her kurbanında katilinin yüzünü bulmuyor muydu?

‘‘Sen istediğin için oldu bunlar. Hepimiz kazançlı çıkıyoruz evlat. Sakın beni bir daha sınama. Ne yapıyorsun? O namluyu bir tarafına sokmadan…’’

Beni biliyorsun Danton. Benden korkma…

‘‘Sen ne yaptın lanet olası! Hepsini mi içtin?’’

Kararmış paslı sakallarından göz yaşı akıyor yaşlı adamın, biraz da beyin ya da işte her ne renkse, ruhu olabilir.

Encın yıkılmış tavanın altında yatan eski patronuna yaklaştı ve çarpılmış dizlerine bıraktı kendini. Dökülen molozların arasından yıldızlı gece kendini göstermişti. Siren sesleri çiçek gibi açılmış tavandan içeriye hücum ederken elinden kayan yırtık poşet -hıçkıran bir pınar gibi dalgalanarak etrafında genişleyen- beyaz çemberde kayarak uzaklaşıyordu.

unedited

© U. U.

error: