09/2021
“Hedef 30’lu yaşlarının başında kumral, erkek. Boynunda devrimci Krujitski dövmesi var. Kesinlikle bizden biri değil. Kırmızı hattı geçtikten beri üç gündür vadi yamaçlarında konaklıyor. Ağır silahlı olduğu düşünülüyor. Hedefi imha edin.”
Telsizi kapattım. Bu kaçıncı ihlaldi hatırlamıyorum. Sürekli birileri gelmeye devam edecek belli ki…
— Kaç yaşındasın sen?
— 15, madam… Ne oldu ki?
Bütün bu harabeleri iyi tanırım. Benim için medeniyet yıkılmadan önce neydilerse şimdi de onlar halâ. Kocaman açtığı gözlerinde zafer parıltısıyla döndü ve diş etlerine kadar kıvırdığı dudaklarına yamuk bir sırıtış ekleyip;
— Onu gördüm. Şuradaki tepenin hemen ardında.
Dedi yanımdaki tetikçi çocuk. Hıh, tepe dediği de eski bir iş merkezi, dev gökdelenin yan yatmış hali. Toprak kaplanmış, yer yer çiçeklenmiş, kendi içinde tükenmiş.
TUF!
Sağlam bir atış yapmış olacak ki büyük bir sevinç çığlığı atıyor yattığı çalılardan, olduğum yerden zıplıyorum.
— Adamı vurdum! Onu vurdum! Gördün değil mi?
Bu sana son gülümseyişim olacak, çalıntı çocukluğun için geri geleceğim.
— Evet, evet, harikaydın.
Geriye kalan her şey oğlanın yüzünde gittikçe büyüyen bu gülümseme içinde daha kaç yıl saklanabilirdi? Gözleri karanlığın penceresi olmalı. Ardı arkası kesilmez kahkahaların içine yığılmış hınca hınç dikenler bakışlarında seçilebiliyor. Üzerimde gezen babasının gözleri çoğu zaman, utangaçlıkla sapkınlık arasında sarkaç gibi sallanan bir ahlâk korsanı.
— Tamam bu kadar yeter. Kes sesini, işimizi yapalım.
Kolundan sıkıca kavrayıp çektiğim zaman sus işaretime baş sallayan oğlanın asık suratı biraz daha kasılarak kireç beyazı halini aldı. O da hışımla bir nefes koyuverip tüfeğini omzuna astı, tepeye ulaşmak için dik yamaca koştu. Eğimli duvara zıplayarak çekicini sapladı ve tırmanmaya başladı. Kendi ağırlığını çekemediği için yavaşça aşağıya geri kaydı.
— Yardım et de tırmanayım.
O, el atmamı beklerken yolları ayırmamız gerektiğini, geldiğimiz yokuştan gideceğimi işaret ettim. Ne kadar uzak o kadar iyi… İlerideki çıkıntı kayada durdum, şaşkınlığını ve öfkesini kullanarak tırmanmaya çabalayışını izledim. Minik panter, -hepimizin patronu- babasının kollarından bu kadar uzakta halâ dişlerini göstermeye uğraşıyordu belli ki.
Yamaçtan dolandığımda zirveye uzanan derin bir yarık gördüm. Kanyonu andıran girintiden boylu boyunca uzanıp örümcek gibi tırmanmaya başladım. Ve sonunda daralarak yükselen kırk metrelik uçurumu böylece aşmıştım. Çocuk halâ debelenedursun, hedefi bulmak için pür dikkat kesilip ilerlemeyi sürdürdüm. Adamı ilk gördüğümüz noktaya vardığımda eğimle kumul yüzeye çıkmış beton zeminde durdum. İzini kaybettirmek üzere olan toz kümesi havada dolaşan telaşın anahtarı. Etrafta hiç kimse yoktu ama varla yok arasında tanıdık bir koku seziyorum. Ah Mikel, -olamaz- bu onun kolyesi. Kapağı açılmış gümüş istiridye ve parçalanmış bir çehrede gülümseyen yüzlerimiz…
‘‘Bana yolla.’’ diye haykırdın kucağımdaki kuru dalları yakalamak için sırıtarak eğilirken. Tüm bunlar başımıza gelmeden evvel son anımız buydu işte. Sonrasında neredeyse kıpırtısız, çizgi halini almış ağzından haykırdığın iki kelime kaldı geriye. Sesindeki coşku manzaramızın gerçekliğiydi halbuki. Kalıcı bir yılgınlık gibi üzerimize sinmişti sevgimiz. O kış bambaşka olacaktık. Kendi felaketimize yakalanmasaydık…
Gün doğumuyla birlikte eğimli zemini geçip labirenti andıran gölgelikli duvarların arasına girdim. Engin bir beyazlığın ortasında benliğimi ne kadar da ufak hissediyorum. Bütün bütüne terk edilmiş yeryüzünün dramını yaşıyorum. Her nerede isem bu izler oraya ait. Birkaç damla kan…
Ekim rüzgârı turkuazın tonlarını yayıyor gölün yüzeyinde. Kızıl çamlar, yeşilin renk cümbüşünde sararmış bir erik ağacı ailesinin ardından güne esniyor. Üç arşın ötede oltayı çekiştiren misina, kuyruğunu coşkuyla sallayan çatalburun Muki. Üzerimizde sımsıkı yün battaniye, sandalyemizde gözlerimizi açıyoruz. Tam da olmak istediğimiz yerde kuzeyin ormanları bizi saklıyor…
Üç yıkımın ardından bir çetenin eline düşmemiz kesindi. İkimizin de bir seçim yapması elzemdi. Savaşın ardından geriye ne kaldıysa artık… Onlara katıldığım için çok üzgünüm ama yine olsa aynısını yapardım. Yaşamak zorundayım. Şaşkınlığını omzundan aldığın kurşun yarasıyla ödedin. Bunu benden beklemezdin ben de kendimden beklemedim. Ama bunca zaman sonra halâ kalbimi tutamıyorsam tutunmaya çalıştığım bir düşü bana çok görme. Çünkü sen de yaşamak zorundasın Mikel. Lütfen ölme… Ne kadar sıksam da gözlerimi, izleri silinmiyor. Damlalar kayıp koridorlarda ilerlemeyi sürdürüyor. Daha önce de hayatta kaldın. Tek başına seni bu kadar hayatta tutan amacın neydi Mikel? Sana soracağım çok soru var. Çok kötü şeyler yaptım. Birçok insanı öldürdüm. Mecburdum ama zamanla kolaylaştığını gördükçe bundan keyif almaya başladım. Beni ele geçirdiklerinde yapayalnızdım ne sen ne de daha bir yaşındaki Muki yoktunuz. Herkese aynı bakışla bakmayı öğrendim. Ayırt etmeden parçalanmış ruhumu yansıttım. Her seferinde bir kez daha öldürdüm kendimi. Ama insan bir kez ölmeye görsün bir daha asla üşümüyor Mikel. Ve işte korktuğum görüntü. Kanı daha fazla tutamamış. Yerde sürüdüğün beden kurtulmayı hak ediyor. Duvarların ardında derin bir hendek kazılmış. İçine nasıl girdin? Her dönemeçte, her çukurda yorulmuş seni bulmaktan bu kadar çekineceğimi asla düşünemezdim. Seni bir daha hiç görmemeye razı olacağım bir dilek tutmazdım. Bu acıyı bastırmam imkânsız, bu kalbimin atışı kurşun gibi ağır. Yine bir kanyon girintisi var. Yarık kanla yıkanmış gibi titriyor yaşlı gözlerimde. Bacaklarımı açarak tırmanıyorum ve hendeği aşıyorum.
‘‘Bunu çalmayı asla öğrenemeyeceğim.’’ Öyle güzel çalıyorsun ki, mızıkayı kıskanıyorum. ‘‘Aa? İyi bir öğretmenin varsa’’ dizlerini işaret etti başımı geriye yasladım. ‘‘Usta bile olursun’’ Dudaklarıma yerleştirdin mızıkanı. ‘‘ya da daha iyisi bir dost…’’ İlk melodimi üflüyorum. O gün mızıkayla uyuyorum.
Hendeğin peşinden bir duvar örülmüş. Bizden baya nefret ediyor olmalılar. Ama işte artık burada sakin toprakta seni izliyorum her bir parçanı özleyerek. Duvarın tank boyu yarığını aştığımda gün ışığı gözlerimizde yansıyor. Başını kaldırıyorsun yaslandığın kayadan bacakların kıpırdamıyor. Yorgunluğun tatlı bir gülümsemeyle ansızın siliniyor. Uzak bir anın ıslığı geçip gidiyor yine.
Gözleri üzerimde, ürperiyorum serinliğinden. Kulak kesilen bir müzikte halâ bana bakıyor hayalin. Avuçlarında eriyor titrek mum ışıkları. Bakışlarında uyanıyorum sabaha. Aşk bu mu?
Çocuk koşarak geliyor, onu izliyorum! Duvarın içini görüyor gözlerim öfkeden! Onun beni izlediğini anlamayacak kadar aptal olduğum için ya da beklettiğim kucaklaşma için veya diğer nedenler… İfadem çirkinleşiyor, gülücüklerinde bir yerlerde bizim de oğlumuz olabileceğini biliyorum. Öyle hızlı doğrultuyorum ki namluyu çocuğun ifadesi bile dağılmadan yere yığılıyor heyecanlı bedeni. Bir an için onun bize koştuğunu hayal ederek gözlerimi yumuyorum. Açtığımda bana bakıyor Mikel. Hissettiği acı benimkiyle aynı. Bizden çalınan onca şey işte avuçlarımızda yine.
‘‘Yaşamak için öldürüyoruz.’’ demişti adam. Haklıydı da… Son iki kurşunum…
Son sözlerimizi söylemeden uyumuyoruz hiçbirimiz. Mikel beni izliyor.
Komik bir sesle homurdandın, ama ben ne demek istediğini anlamıştım.
‘‘Pesimist Irenne.’’
Gülümsüyoruz… Yanına geliyorum, bir süre öylece uzanıyoruz.
‘‘Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?’’
Başını kaldırmakta güçlük çektiğini biliyorum ama yine o meşhur tebessümüyle gözlerimin içine bakıyor. Göz kapakları ağırlaşıyor ve tetiği çekiyorum. Artık sıra bende.
unedited