Bir örümcek sarkıyor sinekliği yırtılmış pencereden. Bir baston diğerine yaslanmış dinleniyor. Her yer karanlık, geceyi sallıyor beşiğindeki bir bebek gibi sessizlik. Dalgalar dövüyor taşlarla ovulmuş göğsünü sahilin. Bütün Erdemli sanki göç edip gitmiş, caddenin ışıkları neden yanıyor? Uzaklardan yaklaşan her bir umut gürültüyle geçip giden öfkeli bir kamyona dönüşüyor. Yorgunlukla boğuşan minik gece lambası salonun kapısında titreşiyor. Büzülmüş, canı çıkmış soba kara kara düşünüyor. Tam tepesindeki duvarda onlarca siyah beyaz anının arasında konuşmaya çalışan mezuniyet fotoğrafım bana bakıyor ve gittikçe solan bir fidan gibi babaannem eli böğründe bahçeden geçiyor.
‘‘Ay hemen de açarmış kapıyı ayceren gözlüm. Korkma korkma, al doldur eteğine hepsini.’’
Kuru üzümler babaannemin siyah altınları adeta, ne zaman yanına gelsem ikram da kusur etmez. Limon, mandalina ve nar ağaçları süsler bahçesini. Damın güzelliği boydan boya asma ağacıyla sarılı oluşundan. Otobüsten adımımı atar atmaz sümbül ve melisa kokusu kucaklar beni, sonra hanımeli, zambak ve yasemin eşlik eder kraliçenin tek katlı köşküne vardığımda. Güllerle konuşurken yakalarım bazen onu, bir gecelik gelini bekler her haziran. Artık sıkıldın mı ilaçlarını da bırakmışsın. Tadı hâlâ damağımda geçen sefer ki tarhananın.
‘‘Sen hiç tasalanma kuzum, yolculuğa hazırdım da nicedir bahçeyle ilgilenmem gerekiyordu. Deden derdi derdi de kendi dümdüz olup gidiverdi erkenden.’’
Ne çok ölümü çağırırdın eskiden, kimi de, ‘‘Böyle mi genç kalmış?’’ derdi, üzülme sultanım. Sevdiğini bırakamazmış yürek, bekler burulurmuş yalnızlıktan tıpkı yılların birikintisi binaların arasında ufaldıkça ufalan bu beyaz ev gibi, ama işte biz ikimiz kafa kafaya vermiş gülüşüyoruz hâlâ zamana. Gümbürdeyerek yanıyor soba, tavanda güneş çehresinde doğuyor parıltısı. Yüzümü kavrıyor elleri, gözlerimi arıyor. Kendi içime yığınlar halinde dökülüyorum, kiremitler sallanıyor, tutamıyorum nefesimi, ağlıyoruz. Ne annem kalmış ne babam, biz iki öksüz değil miyiz? Erkenden gidivermiş, yerlerine bir şey koyuvermemişler. Dalgalar daha da yaklaştı sanki, bahçeye kadar ulaştı ve ağaçları sallıyor. Caddede bir lamba daha patladı. Yarasalar uçuşuyor karanlığa, bir kedi çığlığı bastığında. ‘‘Hastaneye yatıralım seni,’’ diyorum, inat ediyor bir tanem. Ellerini okşuyorum ısıtmak için, eldivenler yetmiyor. Titriyor yelkovan, saat on iki olamıyor. Daha bir küçülüyor salon, üstüme yıkılır gibi oluyor, ev beni tanımıyor.