01/2021 (7)
I. Revize — 12/2023 (9)
II. Revize — 02/2024 (10)
III. Revize — 03/2024 (11)
"Ama, biliniz ki, ördek yüzlü insanın alıkça alaycı gülüşünün bulunmadığı her yerde şiir vardır." Lautréamont
Birini yitirmek sis içinde kaybolmaya benziyor. Ne yönünü bulabiliyor insan ne de amacını. Önce kendi yüzünü unutuyorsun sonra bedenin seni terk ediyor. Yalnızca bir düşünceden ibaret kalıveriyorsun. Acı veriyor kaybettiğin kimliğin fakat ıstırabının nedenini bilemiyorsun. Sanki tanıdığın son şeymiş gibi acına sarılıyorsun. Öyleyse bir yerde bırakmak lazım değil mi? Yoksa varmak istediğin yere nasıl varacaksın? Peki ya sis dağılırsa ve düşersen, kimden yardım isteyeceksin?
Balta girmemiş bir yalnızlığın ortasındasın. Canavar eğilmiş sırtında soluklanıyor. Ne yaparsan yap her defasında yakalanıyor, büyüyen bir nazarlığın huzurunda durmadan uyanıyorsun…
Abim gideli beş ay olmuş. Saat 12.30.12, dövmemle aynı. Barbaros’u hatırlıyor musun Cemil, cimri bunağın kangalını? Onun bahçesine ilk girdiğimizde ne kadar tırsmıştık ama biliyorduk ki topumuzu geri almak zorundaydık. Hedef bilinmezlik içinde olsa da cesaret her zaman korkuyu yener. Galiba özgürlüğüme veda etmeme son bir iki basamak kalmıştı. Yanılmış olabilir miydim? Üst katlarda gezinen asansörü es geçip merdivenleri kullanmaya karar verdiğimde sahanlıklara özenle dizilmiş, beyaz, bel boyu mermer vazolar ve içlerine yerleştirilmiş pamuk, keten otları ayrıca adını bilmediğim bir sürü kurutulmuş rengarenk süs bitkisi karşıladı beni. Sadece onlar da değil, vazoların çevresine simli, uçan alacalı balonlar muntazamca bağlanmıştı. Acaba aklımdakinden daha profesyonel bir iş mi yapacağım, şüphesiyle düşünmeden edemiyordum, hiç benlik durmuyordu. O tereddüt ettiğim saniyelerde topuklarımı parçalarcasına yarı koşu kopararak, yarı merdivenlerden atlayarak kaçmalıydım belki de bu lanet apartmandan.
Son basamağa gelmiştim ki düzinelerce yamyamın aynı anda ‘‘Huaaaa,’’ diye haykırışını işitmiştim. İlk olarak tekerlekli sandalyenin üstündeki dedeyi fark ettim. İkimizde oduncu gömleği giymiştik. Kolları ve dizleri battaniyeyle örtülmüş, kelleşmiş kafası ve tıraşlı yüzüyle öylece karşısındaki boş duvara bakıyordu. Sanırsın eski bir dostuyla konuşuyormuş da halden anlarcasına göz kırpıyor, bilge bir edayla onu dinliyordu. İhtiyarın bakışları beni buldu. Duruşumu düzeltip başımı öne eğerek selam verdim. İki gözünü kırpmakla yetindi. Kapının önünde curcuna hakimdi. El kadar ayakkabılar yığılmış, eşik mermerine taşıyordu. İlk deneyimim böyle bir işte mi olacaktı? İşverenim Haydar Abi’ye sağlam bir küfür savurdum. Bunu içimden mi söylemiştim yoksa mırıldanmış mıydım, ayırdına varamadan ayak sesleri duyuldu. Saçını sıkı sıkı topuz yapmış, inci küpeli, broş yakalı dantelli bej gömleğinin üzerine kahverengi takım giymiş bir kadın belirdi. Arkasından sarkan, anasının bir kopyası sarışın minik kız da beni izliyordu. İşte başlıyorduk. O an gırtlağımdan aşağı birkaç gülücük yuttum. Bakalım geç kaldığımdan dolayı laf yiyecek miydim? Neyse ki korktuğum olmadı. Nezaketle beni içeriye buyur etti. Tıpış tıpış gelen at ağızlı, kır saçlı bir kadınsa hanımına itaatkâr bir selamlamayla tekerlekli sandalyeyi koridora doğru çekti. Ellilerinde görünen bu çalışan belli ki bakıcıydı. Ayakkabılarımı çıkarıp antreye adım attım. Omzumdaki kostüm çantamı yere bıraktığımda bana kenetlenmiş ufaklığın gözleri büyüdü ve yeni bir keşif yapmış gibi çığlığını koyuverdi.
‘‘Palyaaaçoooo!’’
Kız gerisingeri tekir çevikliğiyle ortadan kayboldu. Kadının güzelliğine kapılmış, kendi evime girermişçesine aptallaşıp sırıtırken bir anda ayılan suratım apartmanın solgun duvarına dönmüştü.
‘‘Rengin, sakin ol bir tanem. Ah, işte çocuklar. Hayli küçükmüş çantanız. Bahsi geçmişken isminiz nedir?’’ buyurganlığıyla sordu kadın nezaketinden ödün vermeden. Çantamı sadece bakışlarıyla değil büyüyen burun delikleriyle de seyrediyordu sanki. ‘‘Cemil,’’ deyiverdim icazet istemem lazımmış gibi. Oysa tanışma sırası bana geçmiş de ‘‘Sizin isminiz?’’ şeklinde sorayım mı sormayayım mı diye kıvranırken, o kollarını kavuşturmuş, tepeden tırnağa beni süzmeye başlamıştı çoktan. Teftişi bitince onay veren bir memnuniyet kıpırtısıyla tebessüm etti. İşaret parmağıyla çağırdığı kadına, ‘‘Şu ayakkabıları da iç dolaba yerleştir şekerim, poşetle hepsini ki toz olmasın,’’ dedi. Zeminin lüks ahşabında tir tir titriyordu ayaklarım. Onlar topukluyla gezerken biraz yabancı hissetmeme neden olmuştu bu durum. Kadın benden en az on yaş büyük olmalıydı ya da tavırları öyle hissettiriyordu. İster istemez bu zengin evinde ne işim var, düşünmeden duramıyordum. Ev dört cepheden de ışık alıyordu ve bayağı büyüktü. İlk kez gören birisi rahatlıkla burayı malikane ya da villa sanabilirdi. Ahşabın işgal ettiği koridor boyu masalar, bistrolar, yağlı boya tablolar, süslemeli portreler, askılıklar ve bir içki dolabı dikkatimi çekmişti. Oysaki Haydar Abi bana sade bir doğum günü partisi işi verdiğini söylemişti. Görevli, ayakkabılarla cebelleşirken, evin sahibesi döndü ve eğilerek ihtiyarın bozulmuş yakasını düzeltmeye koyuldu. Kadının omzunun üstünden dedenin gözleri bende kenetlenmiş, onu anlamamı istiyordu. Dudaklarımı gererek yeni bir baş sallamayla selam verdim. Zaman, malı mülkü miras bıraksa da hayattan çoğu şeyi de çalmış, içine edeyim böylesinin, dedirtiyordu. Maalesef göz lisanından pek anlayan da yoktu. Kadın merhametli bir öpücük kondurduktan sonra bana döndü ve onu izlememi salık veren bakışıyla davet etti. Koridorda üç kapı geçmiştik ki, ‘‘Ay,’’ diye bir inilti koptu. Arkamızı döndüğümüzde kadından olan biteni göremiyordum. Herhalde hizmet eden görevli bir şey düşürüp kırmıştı. Evin sahibesi iki eli belinde bezmiş bir nefes koyuverdi. Gitmelerini işaret ederek fısıltıyla, ‘‘Götür onu.’’ dedi. Ardındansa makyaj yapıp hazırlanmam amacıyla koridorun bir ucundaki odayı gösterdi. Ortam kasvetli ve bunaltıcıydı lakin kulisten farksız, uzunlamasına aynayı ve çerçevelerin led aydınlatmalarını görünce zenginliğin yakasına yapışıp tokatlayasım geldi. Her şeye karşın işte hâlâ buradaydım. Aynada kendime bakarken bir an duraksadım, içimi turlayan, dilimi acılaştıran aseton kokusu aldığıma yemin edebilirdim. Sol bileğim kaşınıyor, gözlerim avucumdan aşağılara doğru sayılara kayıyor. Uzak diyardaki bir kışlada borazan üfleniyor… “Amma da yüksekmiş duvarı. Korkma abicim, ben sana el vereceğim, önce sen çıkacaksın, arkandan da ben gelirim.”
“Huaaaa!” Çocukların çığlığı kopmuştu yine. Ne gürültülü evdi. Gömleğimle, peruğum mavi, pantolonumla şapkam sarı, ceketim ve koca ayakkabılarımsa yeşil, kırmızı burnumu da taktım mı tamamdı. Peruktan nefret ediyordum. Kokuyor, terletiyor ve kaşındırıyordu, gel gelelim alışmak zorundaydım. Klasik makyajı yaparken sakallarımın baş verdiğini gördüm, “Umarım kadın anlamaz,” pişmanlığıyla homurdandım. Parfüm sıksam mı, bilemedim. Hışımla kapı açılıp çarpıldı, davula vuran adımlarıyla turuncu hayvan kostümlü, benden ufak olmasın, genç bir kız girdi. Kostümün çizgilerine bakılırsa kaplan olmalıydı.
‘‘Merhaba, iyi misin?’’
Ben yokmuşum gibi ritmini koruyan birkaç adım daha atıp yüzüme odaklandı. Beni yiyecek sandım. Ona yabansılık katan koyu kalın kaşları, sürmeli, mavi kedi gözleriyle ve -bıyıklarının arasında komikti- çizgi halini almış dudaklarında bıkkın bir ifade takınıp gerinerek elindeki kuyruğu üstüme attı. Kendimi korumaya çalışırken suluboya kaplarımı devirdim. Dirseklerime kırmızı boya bulaştı. Ben henüz neler olduğunu anlayamamışken patilerini vura vura odanın en uç köşesine yürüdü. Sinirden başımı ona doğru devirdiğimde, eskiden kuyruğun olduğu yuvarlak delikten içi görünüyordu. Öfkeyle kaplanın içinden sıyrılmayı deniyor, gerilen dikişler adeta fermuardan yardım istiyordu. Orada kim olsa kekelerdi.
‘‘Bu-bu-b-burada soyunma, benim henüz işim…’’
‘‘Gebertsem yeridir o veledi. Gerçi ufaktan bir tokat salladım, koltuğun arkasında hâlâ zırlıyordur… Kıyafetimin üzerine giydim kostümü geri zekâlı. Bir de elleriyle kapatmış yüzünü,’’ dedi asabiyetini bölen bir gülüşle. Kızın cevval, tok bir sesi vardı.
‘‘Ha, tamam o zaman. Kaza mı oldu içeride?’’ Dudakları büzülmüş ve gözleri uyarırcasına büyümüştü.
‘‘Elinin körü oldu! Kaza olmuşa mı benziyor?” dedi unutmak istercesine gözlerini sımsıkı yumarak. Hemen peşinden delici bakışlarla devam etti. “Önce şu yaşlı zampara bacağımı elledi. Ben daha ne olduğunu anlayamadan doğum günü bebesi kuyruğumu kopardı,’’ diye bağırdı koluyla masadaki kuyruğu göstererek. ‘‘Ondan cesaret alıp ötekiler de üstüme çıkmaya çalıştı. Boyları yetmeyince zıplayıp vurmaya başladılar. Akıllarınca beni avlıyorlardı. Bunun üzerine kaçtım, başka odaya saklandım ama içlerinden biri beni buldu ve üstüme koştu. En şımarıkları işte, adı Birkan mı ne. Göğsüme bir geçirdi, ben de içgüdüsel bir tane yapıştırdım suratına ama. Üvey babam bile beni bu denli çıldırtmamıştır… Tımarhane burası, yok yok ahır daha uygun.’’
‘‘Gidiyor musun?’’
‘‘Evet, ben gidiyorum. Bu kadar delilik yeter bana!’’
‘‘Duyacaklar…’’
‘‘Duysunlar! Nesin sen, annem mi?’’
Ben yutkunurken kız kozadan çıkarcasına fırladı kostümünden, sonra onu çuval gibi tekmeledi. Askılıktaki poşetten sarı bluzunu aldı ve üzerini değiştirirken çıkardığı siyah tişörtü arkasına geçtiği antika gardırobun tepesine hışımla koydu. Giyinince yanımdaki ahşap sandalyelerden birine oturdu. Pişti. Deli mavisi parlak ve kısa saçlarını geriye attı, ıslak mendillerimi bir bir çıkarıp suratını sildi. Kız ciddi ciddi aynayla didişiyordu, “Kimseye ihtiyacım yok,” diye geveleyerek. Şaşkın bakışlarımı görünce de kaşlarını çatıp sert bir ifade takındı.
“Sen de pek sağlam ayakkabı değilsin değil mi?”
Ve burnumu alıp kapıya fırlattı.
‘‘Git getir…’’
‘‘Ya hasta mısın kızım!’’
Burnumu almaya giderken azametle yüzüne makyaj yapmaya başlamıştı bile.
‘‘Hastayım, hasta…’’
Kız, masaya koyduğum telefonumun kırık ekranına baktı, evirdi çevirdi, geri koydu. Aniden burnunu kırıştırdı ve bir yandan çantasından çıkardığı minik plastik bir şişeyi sitemle sallamaya diğer yandansa gözünün önüne getirip sanki onu sessiz sözsüz azarlamaya girişmişti. Sonundaysa, “İnanmıyorum ya,” diye fırlatıp atmıştı masanın bir tarafına. Onun mağrur profiline bakarken içimde kalan birkaç gülücüğü daha yutkundum. Üç fıs parfüm sıktı, kotunu çekip düzeltti. Drapeli sarı bluzu eğdi büktü, düşük omzunu ayarladı. Damalı Converse ayakkabılarını gelişigüzel giyip tişörtünü poşete tıktı ve askılı çantasını aldı. Karşıma geldiğinde, ‘‘Hastayım sana palyanço,’’ diyerek burnumu kaptı ve beni iterek hızla odadan çıktı. Peşine düştüm. Çocukların çığlık sesleri, içeriden yükselen kadın gülüşmeleri gerginliğimi katlandırıyordu. Bu kız pes etmişti ve belki de iki kişi iş yapabilecekken artık onları yalnız başıma eğlendirmek zorunda kalacaktım. Kız psikopattı. Süratli ve kızgın adımlarla koridorda yürürken palyaço burnunu kendi hokka burnuna taktı, eliyle ensesinde topladığı saçlarını at kuyruğu yapıp bir de lastik toka geçirdi. Yürürken tek ayağında birkaç adım sekerek ayakkabısını düzeltti, ardından diğerini ve kapıyı çarpıp çıktı. Hayretle bakakalmışken merdivenden inen, ‘‘Gözlüklü palyaço mu olur ya?’’ diyen gülüşmeleri yankılanıyordu. Akabinde tiz bir kahkaha yükseldi boşluktan, gerisi yoktu. Boynumun arkasına kuvvetli bir ağrı saplandı. Hâlâ çıkmanın bir yolunu arıyor. En yukarıdaysa ayakları sallanan ben. Bir tarafta tanıdığım sokaktan bir manzara, öteki tarafta her bir yanı çalı çırpı bürümüş uğursuz bahçe. Aşağı düşsem bir başınayım. Ya sonra…
Çıt çıkarmadan kulis odasına koşup aceleyle burnumu kırmızı boyaya buladım ve vakit kaybetmeden ev sahibesinin oturduğu ebeveynler salonuna kafamı uzattım. Buram buram kokan birbirine karışmış şekerli parfümler burnumu yakıyor, gıdıklıyordu. Geniş, kadife koltuklarda üçerli, dörderli dizilmiş hanımlar cemiyet dergilerinden fırlamış olmalıydılar. Bir tarafta yaşları epeyce olan üç kadın aralarında koyu bir sohbet ediyor, yüksek sesle konuşuyorlardı. Saçları çilek sarısı, otuzlarında bir kadınsa bir dansın içindeymiş gibi önlerinde yürüyor, kendi etrafında dönerek temaşa davet edercesine turkuaz elbisesini onlara gösteriyordu. Diğer taraftaysa ani kahkaha nöbetine tutulmuş, ellerinde kurabiye, gülmekten kırılan kadınlar vardı. Karşılıklı atışanlar, sohbet etmeye çalışanlar, kıyıda köşede kulis yapanlar, nereye dikkat kesileceğime karar verememişken çekingen bir ses tonuyla, ‘‘Merhaba.’’ dedim. Muhabbet kuşlarının kafesine girmiş kurtçuk gibiydim. Yüzlerin tümü bana döndü. Bir tek elbisesini tanıtan kadın gülümsüyordu. Gözlerim Aysel Hanım’ı aradı. Onu gördüğümde uzak bir sandalyeden kalkmış bana doğru geliyordu. O anda bir çığlık duyuldu. Bu kez herkes o yöne döndü. Salonun arka kapısından oldukça cüsseli bir kadın kucakladığı beş, altı yaşlarındaki oğlanla içeriye girdi. Çocuk yüzünü anasının omzuna gömmüştü.
‘‘Mein Gott! Animatöğ çucuğumu dövmüş. Görüyor musunuz kepazeliği! Çabuk polisi ara Aysel! Onu bir elime geçirirsem… Kim yaptı güster bana Henry Cihan Berkçiğim.’’
Kollarındaki bastıbacak kafasını kaldırıp arkaya şöyle bir göz attı ve eli beni gösteriyordu. Kadının anında ikna olmuş suratında yirmi iki yılda yediğim bütün yemekleri kusturacak tiksinç bir bakış oluştu. Ayakkabımın altındaki ahşap zemin gıcırdadı. Sinmiş, ne yapacağımı şaşırmış halde çakılıp kaldım.
‘‘Ben bir şey yapmadım.’’
‘‘Ahu, canım, az evvel geldi beyefendi, diğer animatör yapmıştır,’’ savunmasıyla Aysel Hanım beni tamamladı.
‘‘Niye ağbi yaptı didin? Yürü bakim değhal arkadaşlarınin yanina, marş marş. Schmollt nicht!’’ dedi iri kadın kucaktan olan ufaklık pis bir bakışla etrafındaki teyzeleri süzüp tören adımlarıyla odadan çıkarken.
‘‘Benim de burnumu çaldı ve gitti.’’
Kahkahalara boğuldular. Ancak Aysel Hanım’ın burun delikleri bir şeyler anlatıyordu, baktı olmuyor o da zoraki güldü. Kadınların çoğu gençti ve utancımı belli etmeden ben de gülmeye, güldürmeye uğraşıyor, yerimde hoplayarak kendimce pantomim yapıyordum. Bu şekilde kaygım azalır, diye düşündüm. Koridordan tanıdık bir, “Ay,” nidası Aysel Hanım’ın o yöne dönmesine sebep oldu. Demek ihtiyarı bu yüzden salona almamıştı. Düşünceli düşünceli bakınırken nereden geldiğini merak ettiğim iğdemsi bir bahar havası gözümü gamzeli olan, kıvırcık, küt saçlı yirmilik sarışına sabitledi. Olup bitenden habersiz, mini somon rengi elbisesiyle taburesinde bacak bacak üstüne atmış, tuvalinin önünde duruyor, fırçasıyla manzarasını hayata geçiriyordu. Parmağındaki alyans mıydı acaba?
Gece yarısını vuruyor siyah bir gonk. Çehresi hareler halinde yayılıyor. Ufuk çizgisi esniyor, gözlerini açarak. Kör edici güzelliğinde uysallaşıyor kafesindeki karanlık. Uzaklaşan bulutlar, katmanları ince çizgiler halinde sarıyor, bir aşağı bir yukarı. Yıldırımların çatırdaması dalgalara karışıyor. Okyanus, engin ve sabahın ikiziyle sarmaş dolaş. Biraz üstünde yaşam, tepelerden gülümsüyor ve aynı göğü paylaşan fırtınayla güneş son defa öpüşüyor. Lakin, kokuları bile farklı her darbenin, kimisi utangaç kimisi de hain. Yine de uyanışlarında kendini hep o tabloda bulacaksın çıkış için…
‘‘Bir çözümünüz de olmalıydı değil mi Cemil Bey? Burunsuz palyaço mu olur?’’ demiş olmasına rağmen duymuyordum. Kadın önümde konuşuyor, kaşlarını kaldırıp indiriyor, endamıyla görüş alanımı kapatıyordu. Haddinden uzun görünen boyu sanki beni aşmaya başlamıştı ya da ben küçülmüştüm.
‘‘Cemil… Cemil Bey, iyi misiniz?’’
‘‘Elbette efendim,’’ dedim yapmacıklıktan uzak biçimde. Gerçi yaşananların ardından ilgilenmiyormuş rolü yapan kızın kıs kıs gülüşünü yakalamam yüzümde istemsiz bir tebessüm doğurmuştu. Bununla birlikte Aysel Hanım’ın sezgilerinden korktuğumu da belli etmemeliydim. Takındığı donuk ifadeyle suratımda sırıtış yahut terleme belirtisi arıyor olmalıydı. Kadın gerilim filminden fırlamışçasına soğukkanlıydı. Haklı olarak çekiniyor, yüzü ne zaman buruşarak paçavraya bakan gözlerini tamamlayacak endişesiyle bekliyordum. Halbuki, bir anda kendisinden ummadığım bir doğallıkla misafirperver kişiliğine bürünerek koluma girdi ve ceketinin iç cebine iliştirdiği çağrı butonuna dokundu. On saniye geçmemişti ki tırıs adımlarla görevli kadın salonun kapısında hazırdı. Bakıcıyla birlikte çalışacağım mekâna doğru yola koyulduk.
‘‘En büyükleri İlayda, Aysel Hanım’ımın kızı. Küçüğü dört yaşına bastı bugün… İsmail Efendi’nin evi burası, o biraz,’’ bir elini kafasının dibinde ampul takar misali çevirdi. ‘‘Dört kızı var. Ablaları dul, Aysel Hanım, annesi öldüğünden beri evle ve beyle hep o ilgilenir. Bir küçüğü Nursel, renkli saçlı, salonda görmüşsündür, yurt dışında yaşar, senede bir gelir, görünür, gider. Sondan bir büyüğü Cansel, tekstil şirketi var, battı batacak. En küçükleri de Şansel,’’ dedi yine aynı ampul hareketini yaparak. ‘‘Daha üniversitede okuyor, tutturmuş sanatçı olacağım diye. Neyse, hadi bakalım.’’
Kâbus bir bitmiş, kâbus iki perdelerini açıyordu. Koridorun bir diğer ucundaki sürgülü pembe kapıyı geçtim, artık oyun salonundaydım. Zemin boydan boya halıydı. Kapatılmış şöminenin önünde sadece küçük insanlar için hazırlanmış pembe tonlarda sandalyeler ve bir toplantı masası, üzerinde çiziktirilmiş kağıtlar ve boya kalemleri olay yerinden haber veriyor, kuyruk canavarı minik Rengin’in ismi mekânı uçtan uca gezen süslü kâğıtlarda parlıyordu. Masanın karşısındaki duvarın önü yerlere saçılmış oyuncakların cümbüşüne ev sahipliği yapıyor, düşürüldükleri rafların birinde de belli ki bir vakitler İlayda’ya ait olan, sonraları emekliye ayrılmış eski bir bez bebek, yan yatmış, masumca duruyordu. İçeride yirmi otuz civarında minik birbirlerini kovalıyor, gökyüzü motifleriyle süslenmiş tavanda asılı kalmış uçan balonlar en ufak esintide kıpırdanıyordu. Salonun bir köşesinde süngüsü düşmüş edayla duran ergen kızı gördüm. Sağ eliyle sol kolunu teselli edercesine tutuyor, utanarak yeri izliyordu. Neredeyse onlardan iki kat iriydi. Ee, on yaş fark olunca gayet doğal. Salonda ayrıca -büyük ihtimalle bilerek unutulmuş- tekerlekli sandalyesinde kımıldamadan oturan İsmail Efendi de vardı. Hani şu hangi sebeple orada olduğunu bilmeyen hastalar vardır ya, etrafı öyle boş boş seyrediyordu. Ona baktığımı anladığında bana döndü ve ağzı titreyerek biraz salya taşırdı. İlk bir saat bolca yarışmalı oyunlar oynadık. İki düzine koşturan yerden bitme havasız ortamı ne boyutta kokutabilirse o denli ter kokuyordu oda. Üstüne üstlük bir de adamdan sert bir osuruk sesi geldiğini işittim. Durumuna üzülsem mi, neden bıraktıkları için sövsem mi bilemedim. Görevli kadın epeydir ortalıklarda yoktu. Güç bela ikna ederek oyunlara kattığım İlayda’nın da yardımıyla çabucak oyuncakları toparladım ve pervazın altına döktüm. Zira salon pencereleri risk taşıdığından hedef tahtalarını tekerlekli sandalye yönünde yerleştirmek mecburiyetindeydim. Öyle ki iğnesiz, plastik vakumlu dartlar getirdiğimden ötürü çok şanslı olduğumu düşünüyordum. Böyle pimpirikli bir ev sahibi defterimi dürerdi herhalde. Çocuklarının canını hiçe mi sayıyor muşum veyahut işime hiç mi özen göstermiyor muşum tavrında azarlar işte. Her şeyin yolunda gittiğini sandığım o anlarda içlerinden biri hedef tahtasından yarım insan boyu yukarısında ve iki metre solundaki dedenin suratına dart attı, alnına yapıştı. Onu gören diğerleri de dartları oraya atmaya yönelince zavallıcık gülmeye başlamış ve biraz canlanmıştı. İlayda’ysa ihtiyarın yanına geçip bir yandan kıkırdarken diğer yandan bedeniyle ona siper oluyordu. Düdük çalıp dur levhası kaldırdığımda bu sefer, ne bulurlarsa bana atmaya yeltendiler. Kaplan kostümlü kızın durumuna düşmemek için eğleniyormuş rolü yaptım. Onlar beni itti, ben birini ittim, düştü. Ufaklık ağlar gibi olurken donakaldım, diğerleri beni yıktı. İçlerinden birisinin tekmesi bacak arama geldi. Acıdan inlerken içeriye evhamla giren bakıcı kadın beni kurtardı. Tam tepemde sessizce bekleyen İsmail Efendi’nin son osuruğuysa sigara kokusuyla süzülerek odadan çıkarken nefesimi tutmaktan boğuluyordum. Sonunda sakinleşerek yastıkların üstünde oturmuş, sevimli yüzlerini boyamaya karar vermiştim. Bence en kolay böyle geçerdi zaman. Birbiri ardına dizilmiş çocukların oluşturduğu sıra eridi gitti. Onlar sıkılmasınlar diye “Prenses Palyaço” adında bir masal uydurdum. Uzattım da uzattım, tıkanınca da mutlu sona bağladım. Daha boyaya doymamış bir oğlana uyuyan örümcek adam maskesi çizdim. Sürekli dans eden bir kızın koluna kocaman kanat dövmesi yaptım. Bunalmış, gözlerini deviren bir oğlana düşünen ejderha kafası resmettim. Beyaz elbisesiyle salondaki mini defilesinden her defasında geri dönen doğum günü kızını elim mahkûm üç kere boyadım çünkü bir türlü beğenmemişti prenses makyajını. Leydinin yeşim gözlerine yakışmıyormuş. Sulu boyayla nasıl bir şaheser bekliyorsa artık? Nihayet ablası fırçayı kaparak kızın gönlünü aldı, sonra da kendi omzuna papatyalar kondurdu. Öte yandan kasıklarımdan yayılan ağrı halen dinmemişti fakat yumurcakların işini tamamlamıştım.
Parti başlamaya yakın Aysel Hanım salona gelmiş, boyaların kalitesini tartarcasına markalarını incelemişti. Bir şey bulamayınca da laf etmeden burun kanatlarını kasmış, şişinerek uzaklaşmıştı. Çok geçmeden doğum günü pastası, servis arabasıyla içeriye alındı. Işıklar kapandı ve ‘‘İyi ki doğdun” şarkısı melodisiyle önce Türkçe arkadan Almanca bir şeyler söylendi. Utancımdan gözlerimi kapadım, açtım, yukarıya baktım, durduk yere nereye geldiğimi tekrar tekrar sorguladım. Arada mutlaka benim durumumda birilerinin olduğunu düşünsem de minikler ve aileleri şarkının nakaratlarını usanmadan tekrarladılar, ta ki sözleri çat pat ezberleyip ben de katılana kadar, “Zum geburtstag viel glück, sum kepürsılak fil külüp…”
Kasık ağrım eskisinden şiddetli olmasa da yetişkinlerin gitmesiyle kendisini yeniden hatırlatmaya başlamıştı. Salonun dışından geçen bakıcının sesini işitince ondan tuvalete gitme maksadıyla ricada bulundum, sağ olsun ikiletmedi. Koridorda hiç hareket yoktu. Uzaktan kadınların keyifli kahkahaları, birkaç kapı ötedeki bir odadan da erkeklerin, -muhtemelen kocalarının- muhabbetlerini duyabiliyordum, ihracatmış da, spot piyasasıymış da falan. Bakıcının tarif ettiği bistronun sağında bir elbise askılığı yerleştirilmişti, tam yanındaysa camekân içinde anahtarlar duruyordu. Misafir tuvaleti plakasının altındaki, antika olanı aldım, kapıyı tedirginlikle açtım. Lamba yandığında mermer fayanslar parladı. Tek adım genişliğinde uzunlamasına bir tuvaletle karşılaştım. Klozete oturup gövdemde kocaman bir çiçek açmış ıstırabın azalması umuduyla derin soluklar aldım. Gönül çelen dilemma… “Bir kız için küsülür mü oğlum? Abin seni merak ediyor.” Onu ilk ben sevdim! Bacaklarıma ve gövdeme yayılan ağrıyı düşünmemeye çalışırken nereden geldiğini anlamadığım tiz, cılız, kadınsı bir kahkaha, ‘‘Pamir,’’ dedi ve bir ‘‘Şşşt,’’ sesi onu takip etti, muhtemelen bu erkekti. Tuvaletin ışığı dışarıdan belli olamazdı, kapının camı yoktu. Başta niçin kilitlemediysem? Öksürerek hemencecik yerimden kalktım. Musluğa uzanıp ellerimi yıkamaya niyetlenirken açılan kapıyla birlikte sendeleyip geriye savruldum. Sensörlü ışık söndü, ceketi andıran bir şey sifonun üstüne uçtu. Ne saçmalıklar döndüğünü henüz çözememiştim ki içeriye sekerek birisi girdi, parfümünden kadın olduğunu anladım. Işık yandığında arkasına dönerek zıplayan ekose etekli, kıvırcık, kumral saçlı kadın, gümüş grisi kazağını çıkarırken göz göze geldik. Anında çığlığı basmış ve iniltiyle yüzünü kapatmıştı. Dişlerim sıkılı, sümük misali yapışmış olduğum duvardan, kollarıyla büzülmüş hatunu şaşkınlıkla izliyordum. Ellerim havada, kapıyı aralamış bakıyor, bu işten nasıl sıyrılacağımı bulmak istiyordum. Neler olduğunu anlatamadan paldır küldür tuvaletin kapısı ardına değin açıldı ve ceketini sırtına atmış, yalan yok şık giyimli, çam yarması, cücük sakallı bir adamın siması hiddetle beni buldu. Bir anlık şaşkınlıktan istifade tüymem lazımdı. Kısmet işte, yakamdan tuttuğu gibi kapı dışına doğru çekiştirip enseme bol siktirli bir şaplak attı. Kendimi üç yaşımda hissediyordum, sanki palyaço değilmişim de değersiz, manasız, başka bir şeymişim işte. Tuvalet kapısı kapandı ve kıkırdamalar kayboldu. Kazık kadar insanların oyununa alet olmuştum. Düğmesi kopan yakalığım mağlup olmuş boynumdan aşağıya sallanıyordu. Bileğim sızladı.
Bulmaca çözüyorum, soldan sağa beş harfli, “Ortalığı kasıp kavuran çok şiddetli yağmur, sel.” Abim… Ekran donuyor, telefon çalıyor, yabancı numara. Bir komutan, ağlıyor, kesik kesik konuşuyor, “Araç dereye uçtu… Başınız sağ olsun.” Gitmişti çoktan, baba yarısı. Saatime bakıyorum, 12.30.12 “Huaaaa!” Ağladı ağlayacak, ardıma bir kere daha baktım ve onu gördüm. Kaplanın gözü. Silmek istemediğim bir sırıtış nüfuz ediyordu varlığıma. “O çoban köpeğine dikkat et. Isırdı mı parçalar ama yemeğiyle meşgulken kafesini kimin kapattığını önemsemez. O iş bende. İşaretimi bekle…” Yakamın kopan ucunu sağlam olana bağladım. Parmak uçlarımda tuvaletin kapısına yanaştım. İçerideki seslerden istifade, gövdesine nazar boncuğu oturtulduğunu henüz keşfettiğim anahtarı sinsice çevirdim ve onu bistrodaki kehribar rengi kristal vazonun içine attım. Göğüs kafesimde yüreğimin bir kanadı gurur diğeri pişmanlıkla çırpınırken bacaksızların yanına geri döndüm. Neyse ki tam zamanında salona girmiş, aralarında kaybolmak üzereyken bakıcıyı, onu çekiştiren bücürlerden kurtarıp teşekkür etmiştim. Buradaki işimin sona ermesine saniyeler vardı. Şükür dile gelip de üç saat bittiğindeyse artık kimseye gülümseyecek halim kalmamıştı. Bu işten nefret etmiştim. Değişen yeni kimliğimle, peruğumu çekiştirip incik kemiğime tekme atan meşhur oğlanın kolundan tuttum. Sevecen bir tonla uslu durmazsa hep bıdık kalacağını söyledim. Umursamadı. Derken kapı aralandı, baharsı kokusuyla Şansel göründü. Süt beyazı teni vardı. Saçını arkaya atarak belli belirsiz, ‘‘Gel,’’ yaptı. Kadınların arasında gördüğüm içlerindeki en genç olanıydı. Evli olmayabilir miydi? Yüzünde yaramaz bir pozla içki dolabına yaslanmış, ona ismiyle seslenen bir kadına boynunu uzatarak, ‘‘Geliyorum,’’ yalanını fırlatmıştı. Bunu takiben usulca, ‘‘Beni de boyayabilir misin?’’ dedi. Bir elimle çuvalı andıran cebimdeki suluboyayı aranırken, ‘‘Ne-nerenize yapayım?’’ dedim. Kızın yüzünü saran sıcacık bir tebessüm müydü yoksa utanç mıydı anlam veremeden ne ara geldiğini çözemediğim bir şaklamayla yanağıma sert bir tokat inmişti bile.
‘‘Götüme! Nereme olacak salak. Çocukların suratlarını boyamıyor musun?’’
Tokadın şiddetiyle gözlüğüm yamulmuş esas duruşta başımı çaprazdan selamlıyordu. Beni kolumdan tutup soyunma odasına getirenin aynı kız olması ayrı bir ironiydi. Halime mi acımıştı, yaptığından mı utanmıştı? Şimdi bir velet çıkıp, ‘‘Bu abi beni elledi,” dese kim bana inanırdı? Haydar Abi senin Allah belanı versin. Senin vereceğin işin de vereceğin paranın da… Elim sımsıkı burnumda kenetlenmiş ilk geldiğimde hazırlanmam için bıraktıkları odadaydım tekrar. Kız beni içeri koyar koymaz fırlayıp gitmiş, ben daha oturamamışken bir bardak suyu elime tutuşturmuştu. Ardından kapıyı kapatıp yine kayboldu. Geride kalan meyvemsi sevimlilikse yanık naylon kokusundan farksızdı artık. Makyajımı temizleyip tokadın şişik izini silmeye çalışırken bir yandan karnıma yayılan ağrıyla da iki büklüm oturuyordum. Kapıyı tıkırdattı, öksürdüm.
‘‘İyisin değil mi?’’
‘‘Evet!’’
‘‘Sesin titriyor.’’
‘‘Ya, ehe he he!’’
‘‘Bir şey istersen söyle, çekinme.’’
‘‘Olur hanımefendi!’’
Sen gittikten sonra evde hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Boş ver, daha toysun ama korkak değilsin… Aşılmaz duvarlar aşıldı. Kollarım, dizlerim yara bere içinde. Ellerimde futbol topu, abimi bekliyorum… Hırpalanmış ve yaralı hissediyorsun, ancak bu seni mağlup yapmaz. Oradan atlayıp ayakta kalabilmek, işte gücün ve cesaretin kendisi bu. Eğreti duran yakalığımı koparıp attım. Sanki benliğimin boyası akmış da kendi yanaklarımın alıyla olduğum kişiye dönüşmüştüm, çırılçıplak ve yalnız. ‘‘Şu surata bak… Eh, işte İsmail Efendi, masallardaki meşum sandıktan ne farkımız var? Orada olsak da görünmüyoruz. Yanına varan içini açsa neye yarar?’’ Önümde duran suyu yüzüme çarpıp elimde buruş buruş olmuş plastik bardağı hıncımı alırcasına kapıya fırlattım. Yetmedi arkamda, odanın en dibinde yığın halinde terk edilmiş turuncu kostümü bir de ben tekmeledim. Kurulanıp, sırılsıklam olmuş atletimi değiştirdim, gömleğimi ilikleyip parfüm sıktım. “Bak sen…” Kulis aynasının dibinde devrilmiş aseton şişesiyle karşılaşmıştım. Burnuma yaklaştırınca onu hayal meyal anımsadım. Yorgun bir dinginlikte çantamı açtım, malum acıyı bir hatıra olarak almayı seçtim. Masada ne var ne yok içine tıkıştırdığımdaysa ayrılma vakti gelmişti. Titremenin vücudumu terk etmesine ihtiyacım olsa da bir an önce buradan gitmem şarttı. Şansel de bunu anlamış ki işimi bitirene dek sessizce kapının önünde beklemişti. Odadan çıktığımda hayran hayran bana bakıyordu. Umursamadan ev sahibesinin yanına doğru yürüdüm, parayı alıp, defolup gitmek istiyordum. Kız alışılmadık bir kuvvetle kolumdan çekti, az kalsın dengemi yitirecektim. Sokulgan bir gülümsemeyle, ‘‘Özür dilerim, gerçekten. Seni ben yolcu edeyim. Hem kendimi nasıl affettirebilirim, konuşuruz,’’ dedi. Her şey bittikten sonra olabilir miydi? Bir ihtimal, fakat konu bensem bu gerçeklikte maskesiz bir palyaçoydum sadece. Gülmeye tutuklu ağzımın kasılmış kenarları bile yuttuğum gülücükleri geri getiremezdi. Palavra, hepsi birer palavraydı. İstemediğim ölçüde çok sahtelikle güldürürdüm çünkü. İstediklerimse uzun zaman evvel gitmişlerdi. Şimdi şu kız yuttuklarımı canlandırabilir miydi ki? Hafif kıpırdanmalar hissettim, akabinde yine taş oldu oturdu mideme. Yok, olacak iş değildi. Bakıcının el etmesiyle dedenin yanına gittim, Aysel Hanım’a utanan bir bakış atarak. ‘‘Ah!’’ İhtiyar beni belimden çimdiklemişti. Görevli kadın dişlek bir kurnazlıkla, adamın eline bir şey tutuşturdu, o da avucuma kâğıt para sıkıştırdı. Ses çıkaramadan cebime attım, müşfikçe selamladım. Derinlerimden gelen bir kahkaha atma isteğiyle evin sahibesinden kapalı zarfı aldım. Derken bir patırtı koptu ve ahşaba vurma sesleri yükseldi. Olamaz ya, hay böyle şansa... Tuvalete kilitlediğim tipleri tamamen unutmuştum. Bakıcı eşkin adımlarla gittiği kapıyı zorladı, açamadı. Aysel Hanım da aynını denedi, olmadı. Camekânda anahtarı göremeyince telaşla kollarını çırpan bakıcının sessiz imdat çağrısına hayali bir vazoyu tutarak karşılık vermiş, diğer elimle de vazonun içine görünmez bir nesne atmıştım. Kıvrak bir şekilde çakozlamış, aceleyle anahtarı kaparak kapıyı açmıştı. O hengamede dışarı fırlayan iki silüet beni görmeden sokak kapısına doğru geriledim. Ceketine ürkekçe sarılmış gri kazaklı kadın, Aysel Hanım’ın önüne gelmişti. Utançtan yüzü pancar gibiydi ne var ki -sanırım o Cansel’di- ablasının tokadıyla daha ne kadar kızarabilirdi bilemiyorum. Ağlayarak koridordan uzaklaştı. Aysel Hanım’ın yüzündeyse şeytanlar cirit atıyordu. O dev adamsa büzülmüş, otuz yaş küçülmüştü. Kıyıdan kıyıdan erkeklerin odasına sıvışırken göz göze geldik. Beni tanıdı mı, tanımadı mı bilemezdim. Buna karşılık ağzımda oluşan gaddarca tebessüm giderek genişleyen bir gülücüğe dönmüştü. Şimdi sen düşün nereyi süsleyeceğini kurutulmuş Pamir Efendi. Pısırık ayı odaya girdiğinde, bakıcı, dedeyle gidiyordu, içtenlikle gözlerimi kırptım. Aysel Hanım’laysa birbirimize, ‘‘Ee, ne yaparsın,’’ minvalinde bakışlar attık. Kadın, kolyesinin ince zincirini düzeltirken beni süzmeye devam ediyordu. Suratındaki ekşilik şimdi çok belirsizdi. Sonunda sessiz bir baş sallamayla vedalaştık ve gitti. Yalnız olduğumu anlayınca eğilip ayakkabı bağcıklarımı bağladım. Kalktığımda manzara tamamen değişmişti. Şansel gözlüklerimi çıkardı, yakama iliştirdi. Neler olacağını biliyordum ve elimle, dur, yaparken hızla bir gölge karşımda büyüdü.
‘‘Pamir hayır! Hayır!’’
Fırfırlı güvercinler, etekli cikcikler, kibirli martılar cicili bicili giyinmişler… ‘‘Şimdi gerçek bir kırmızı burnum oldu,’’ diye iç geçirdim, zeminde boylu boyunca uzanırken. Nasıl bir eve gelmişim? Ben kan tükürürken dış kapı kapandı. Apartman boşluğunda uzun bir süre kirli beyaz tavanı seyrettim. Hâlâ içimde biraz ben varken toparlanmalıyım. Dile kolay beş ay… Bileğimi salladım, bırakayım acısı yeri boylasın.
Senin olgunluğuna erişmek için daha kaç mevsimin geçmesi lazım, on mu, on beş mi? Ayrı düştük, uzak kaldık ve bir daha kopamadık… “Annecim, bu abinin günlüğü. Bak, kendi yazmış. Her yaramazlıkta başı çekiyorsunuz…” İşte kanlı canlı karşımdasın. Neden kamuflajlısın? Hatırla, duvardan atladığımda elimde tosuncuğun boncuklu tasması, yüzümde beni eğlendiren, yediğim dayağın izi vardı. Birlikte zorlukların üstesinden gelmek, gerçek güçtür Cemil. Biraz sevgi, biraz da güven, gerisi vız gelir. Seni orada yalnız bıraktım. Bu yüzden mi öfkelisin yoksa beni aramadığın için mi? Aklını kemirip duran o canavar benim Cemil ve bazen de Barbaros ama çoğunlukla kendinsin. Abime bakışım değişiyor, öfkemi saklayamıyorum. Bacağını hâlâ sağlam mı sanıyorsun? Omzuma bir ben daha binmiş gibi çöküyorum, sapasağlam olan on yıllık yalan. Kendi kendimi sakatladım zaman içinde. Benim burada işim bitti. Abime bakıyorum gitmesi için. Benim biraz daha işim var Cemil. Yüzü yumuşuyor ve gülümsüyor. Tekrar onu en son gördüğüm halinde şimdi, yamalı kotu ve deri ceketiyle. Hadi uzatma, git biraz hava al seni gidi köftehor. Son kez yüzüne bakıyorum. Elinde tasma, asansöre biniyor ve bense ağır aksak, merdivenlerden iniyorum.
Zemin kata vardığımda sokak kapısını tekmeleyip çantamı kaldırıma savurdum. Mecburen ağzımdan nefes alıyordum. “Burun sağlam, kırık değil; dişler de sağlam, eksik değil. Bu adam nereye vurmuş, denk getirememiş herhalde. Hadi oradan, gözüme vursa daha mı iyiydi?’’ tartışmasıyla kafamın içinde duruşma yürütürken sol tarafta gördüğüm, o, beni büsbütün afallatmıştı. Mavi saçlı kız, kolları dizlerinde eğilmiş, duvardaki çıkıntıda oturuyor, parmaklarında gevşekçe sallanan sigarasıyla ağzı bir karış açık bana bakıyordu. Ardından yumuşayan yüzünde alaycı bir sırıtış yayıldı. İşte orada, günün sonunda parmağıyla beni işaret ederken sessizce gülüyor, hemen peşinden hüzünle kaşlarını çatıyordu. Giriştiği bu sözsüz oyunda onu bir dakikacık izlememi isteyen eli, cebinin derinliklerinde sihirbaz olup kırmızı bir burunla dönüyor, sonra da kocaman olmuş iki mavi gözün ortasında beni selamlıyordu. Bu oyundaki rolümde sahne amirim çanta bey öteden beri maaşına isyan eder fermuar hanımın gönlünü almak için güzel sözler dökünüp turuncu bir kuyruğu elime uzatıyordu. Adeta şampiyonluk kemerime dönüşmüş bu ganimetimi tam tepemde sallarken kızdan kopan çığlık sokağı inletiyor, havada bana süzülen kırmızı buruna kısmet bugünlerde kuyruklar da uçabiliyordu. İzmarit yerde yuvarlanırken gülerek hem geriniyor hem iki büklüm oluyor, beni kendi deliliğine sürüklüyordu. Gülmekten tampon yaptığım mendiller sırayla aşağıya atlayınca kendi kırmızı burnum utanıyor, hepten kopan coşku olanca kuvvetiyle kuyruğu karşı caddeye fırlatıyordu, -işte öyle usanmış garip.- Yakamdan yürüttüğü gözlüğümü takıyor, yukarıda yaşamış olabileceğim anları canlandırırken her seferinde dramatik bir edayla kendini yere atıyordu. Huzurlu akşamların ufkundaki güneş misali dinlenen yüzdeyse geriye sadece içi gülen gözler kalıyordu. Bu kız da esaslı bir ruh vardı ve yuttuğum gülücükler özgür kaldı.
‘‘Beni görmeyi beklemiyordun değil mi?’’
‘‘Hayır,’’ kelimesi çıktı ağzımdan. Zaten içerideydin, yukarıda bir yerlerde. Öylece bakıştık, benden daha olgun görünüyordu ve on yaş genç.
‘‘Ben Cemil. Adını sorabilir miyim, çünkü seni mavi saçlı kız veya kuyruksuz kaplan olarak hatırlamak istemiyorum,’’ dedim mahcup mahcup. Ciddi bir tavırla kaşlarını kaldırıp kollarını arkasında kavuşturdu. ‘‘Sena, fakat sen Sıdıka diyebilirsin,’’ dedi boynunu iki yanına sallayarak.
‘‘İyi de hiç Sıdıka gibi durmuyorsun,’’ deyiverdim oyunu bozmak istercesine lakin bozulmasındı. Parmağıyla burnuma dokundu, sızım sızım dağıldı hissi suratıma. ‘‘Ama sen tam bir Cemil’sin,’’ dedi. Yok yok, ikisine de inanıyorum. Burun deliklerimi inceliyor aşağıdan, kan yok. Dişlerimi kontrol ediyor, “Hımm, iki çürüğün var, şekeri azalt.” Başka sorun yok. Kimi kime şikâyet edeceğiz? Bir çırpıda elini çantama daldırıp peruğumu kafama geçiriyor. Pişti. Birkaç yüksek kahkaha provası daha, öyle çığlık çığlığa, her anın acısı çıkarcasına, durduk yere ve sırayla. Ben de katılıyorum. Aklıma düşüyor, dedenin emanetini çıkarıyorum, on lira. Simitçinin narası eşliğinde Maçka’ya doğru iniyor, muayenehane arıyoruz. Hastayız doktor hasta…