Yağmurda parlayan caddeye binaların ışıkları yansıyor, yolu süpüren belediye kamyonu, müşteri taşıyan taksiler, arada bir bangır bangır müzik çalarak geçip giden arabalar cafcaflı ışıklarıyla geceyi süslüyordu. Anlayacağınız gündüzü yüzüne bakılmayacak denli baş çevrilen bu güzele hayran olmak için geceden bir makyaj yetiyordu.
Sabahın beşi. İstasyon yine sensiz. Ölü bir adam oturuyor ve bankın altında bir hareketlilik. Göğüs kafesi sarman kedinin tembelce şişip iniyor. Hemen yamacında bir kova, çatıdan içine zaman akıyor.
Dinle… Bu gecenin kurbanını unutma ruhum. Istırabın, bakışlarında alacakaranlığa doğru uzandığı bu son, sessiz uykunu unutma. Parçalanmış gökyüzünün parlakça saçıldığı kurtlanmış bu küflü duvarda tepetaklak bir beden yatıyor kudurmuş bir köpek gibi bacakları havada. Bana benziyor bu gövde, işkenceci Poseidon tarafından dövülmüşçesine metin ve asil. Sesimi duyuyorum -kanın çepeçevre sardığı zemine ölümüne tutunmuş- boynunda. Toprağın altından bir ben bakıyor kızgın gökyüzüne bir de bulutlardan aşağılara haykırıyor şaşkınlığım. Yeşilin ve mavinin fırça darbelerinde durmaksızın dağılıyor kahverengi bir leke, işte tam ortasına konmuş ölüm siyahı aç bir sineğin çevresinde. Zamanı gelmemiş, tarif edilmez bir sonu dehşetle bekleyenlerin aynasından konuşuyorum. Anlatamam ama bokun kokusunu hep tanırım, işte bir tanesi daha… Yine buradayız…
“Hedef 30’lu yaşlarının başında kumral, erkek. Boynunda devrimci Krujitski dövmesi var. Kesinlikle bizden biri değil. Kırmızı hattı geçtikten beri üç gündür vadi yamaçlarında konaklıyor. Ağır silahlı olduğu düşünülüyor. Hedefi imha edin.”
Telsizi kapattım. Bu kaçıncı ihlaldi hatırlamıyorum. Sürekli birileri gelmeye devam edecek belli ki…
Bazen öylece ağaçlara bakarken buluyorum kendimi. Kimi zamansa şaşakalmış halde iki elim başımda eyvahlanıyorum yukarılardan kendime. Bazense bir apartman girişinde veyahut bir bankın tepesinden izliyorum sinsice. Allah bilir bir ben var ki, günde bilmem kaç sefer onu terk edip gidiyorum. Sanki duvar olmuş hududumun yarıklarından dökülüyor başka birinin saçakları, içimde kökleniyor, beni yiyip bitiriyor. Oysa eskiden olsa ustam -daha tıkırı yerinde bir adam değilken- ‘‘can acımadan değerini bilmez,’’ derdi. Öyle ya az sopalamazdı beni kırpık kafa Hüsam. Kim bilir belki de haklıydı. Ama düşünmeden edemiyor insan kalan azıcık aklıyla. Yani, böylesi mi daha kıymetliydi? Yabancı olmak… Geçen gün parkın duvarında otururken çöpteki gazete kupüründe gördüğüm Kadir İnanır’la karşılaştım hem de gerçek hayatta. Ağzı kulaklarında caminin duvarından bana sırıtmasın mı?
Kendimi bildim bileli üçkağıtçıları sırıtışlarından tanırım. Beş yaşımdan sonra hunharca kahkaha atmayı bıraktım. Ancak ellerimin ikisinin de sanata yatkın oluşu sayesinde sol avucumda ezdiğim pastel boyayla kazulet bir kafayı, sağ elimdeki kalemleyse gülen bir ağzı çiziktirir, dilediğim yüzeyi güzelce süslerdim anaokulunda, -kocakarı kafayla ağzı birleştiremese de neyse.- Kılıbıklıktan nefret ederim. Nezaketi fazlaca olan erkeklerle konuşmamı birkaç cümleden öteye götürmem. Yağmurda tanımadığına şemsiye tutanı hor görürüm. Yardıma muhtaç kim varsa elimden geldiğince yanında olurum. Amma velakin kulak memesi büyük insanlardan sebepsiz şekilde tiksinirim. O nedenle birkaç sene ücretsiz psikoloğa gittim.
"Ama, biliniz ki, ördek yüzlü insanın alıkça alaycı gülüşünün bulunmadığı her yerde şiir vardır."
Lautréamont
Birini yitirmek sis içinde kaybolmaya benziyor. Ne yönünü bulabiliyor insan ne de amacını. Önce kendi yüzünü unutuyorsun sonra bedenin seni terk ediyor. Yalnızca bir düşünceden ibaret kalıveriyorsun. Acı veriyor kaybettiğin kimliğin fakat ıstırabının nedenini bilemiyorsun. Sanki tanıdığın son şeymiş gibi acına sarılıyorsun. Öyleyse bir yerde bırakmak lazım değil mi? Yoksa varmak istediğin yere nasıl varacaksın? Peki ya sis dağılırsa ve düşersen, kimden yardım isteyeceksin?
"Kendimle uğraştım bütün ömrümce; kendimi inceledim kendi yapıtım aynalarda. Gün geldi yalnız ben yaşadım, bir tek ben vardım var olan. Kendimi gördüm kitaplarda, kişilerde, hatta duvarlarda: sonra kahramanca bir umursamazlık kapladı içimi, kahramanca bir hafiflikle o gezgin ruhumu kumara sürdüm ve üst üste kaybettim."
Selçuk Tunalı
Geçit vermez pişmanlıkları yolundan sapanların, tan vakti meydanlarla baş başa konuşanların, yağmurda koşup da toprakta boğulanların, bir tutam zehir için umut ekenlerin ve ötekilerin krallığında yazgılarını zincirleyenlerin. Beni çepeçevre saran, yumuşak ve koruyucu bütün katmanlarıma…
Samimi olalım, hakikatin izinde ne denli yol kat ettik? Kaçını ardımızda bıraktık perdeleri kapalı pencerelerimizin, hâlâ bir yerlerde volta atan hayaletlerimizin? Ters düz olmuş çocukluğumuzun yetişkinliğinde zamanı neden üzerimize yığılan bir zindan görerek her yöne parçalamak istedik? Çok değil bir kulaç atışı mesafede değerli hayatımızın döngüsü.
Artık yeter demek istiyorum! Son haddine ulaştı işkencem. Bulantıda hayatım. Kaderim düz bir yolda ve iki yanı bariyerlerle çevrili. Durmak istiyorum. Hatta an geliyor duruyorum, nihayetinde yine olan oluyor, arkadakiler ittiriyor, zorluyor seni ilerletmeye. Etrafa bakmak istiyorum bu yolda ilerlerken ancak doğa tek boyutlu bir resim! Gören mi görüyor, yoksa gösteren mi, düşünüyorum.