Artık yeter demek istiyorum! Son haddine ulaştı işkencem. Bulantıda hayatım. Kaderim düz bir yolda ve iki yanı bariyerlerle çevrili. Durmak istiyorum. Hatta an geliyor duruyorum, nihayetinde yine olan oluyor, arkadakiler ittiriyor, zorluyor seni ilerletmeye. Etrafa bakmak istiyorum bu yolda ilerlerken ancak doğa tek boyutlu bir resim! Gören mi görüyor, yoksa gösteren mi, düşünüyorum.
“Merkez yönetimin envanterinin en büyüğü A-G’dir.”
“Yani, bunu her çocuk bilir. Okula başladıklarında öğrendikleri ilk şeyler sınıflıkların, laboratuvarların yeri, banyolar, yemekhaneler, yatakhaneler ve bütün bunlar işte, geleceğimiz.”
“Antu-Galaktus en büyüktür doğru, bir zamanların parlayan yakutu Harpocrates’in yokluğunda evet öyledir. İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yapısının yarısı kadar ancak…”
“Duygusallığa yer yok, kendisi halen ziyaretçi akınına uğruyor. Birçok deniz canlısına ev olmaktan öte tam yüz elli yıldır orta boy bir ada görünümünde mavi körfezi boylamış durumda. Ne acıdır ama manevra kabiliyeti sıfırdı elbette.”
“Yapım amacı belli zaten, koca bir şehiri besleyecek boyutta yaratılmış keşif aracıydı. Ama A-G bir savaş lordu onun karşısında. Sözüm ona yüz yıl önce inşasının tamamlanmasından bu yana sabitlendiği yörüngesinden ayrıldığına ve yeryüzüne doğru hareketlendiğine dair gökbilimcilerden oldukça inandırıcı görüntüler var.”
1. Gün Bir rehavet çöktü üzerime, Bir ruh, ağır kan, ağır lütuf, Her yerim kanlı, her yerim sancıda, Bu yeröte, tasmaların diyarında… Boynum sarılı, dönemem, kollarım tutuklu, yazamam, Ayaklarım bağlı, koşamam, kulaklarım kapalı, duyamam, Gözlerim oyulu, göremem, ağzım kilitli, bağıramam, Burnum saklı, soluyamam, ama nefsim iradeli, duramam… Ses: Uyan!… Ses: Uyan!… (Bir uğultu çöker, gittikçe artan… Sonra etki alanı daralır ve yitip gider. Son etki noktacığında bulunan birisi vardır, içinden düşünceler taşıran, evrende gezen düşünceler…)
Kovuktan çıktığında aynı manzaraya bakıyordu yine ama sanki daha dingin, daha güzel. Birkaç adım ötesinde, ardında yükselen heybetli gövdeye gözü ilişti. Ve işte orada kemiksi beyazlık tüm bedenini sarmış, artık hiç olmadığı kadar farklı, neredeyse ölü sakinliğinde dimdik karşısında duruyordu. Ağacın ötesinde sivrilmiş çıplak kayalığın ışığı saklayan parıltısı gecenin içinde seçilebiliyordu.
Zirveye doğru ağır adımlarla ilerledi. Eğim arttıkça meka-not bacaklar daha güçlü kırtlamaya başlamış kolluklardan destek almak zorunda kalmıştı. Kaygan kumul yamaçta serin rüzgarlarla tekinsizleşmiş ayak izlerine baktı. Burnunu kırıştırdı, başının arkasına minik bir rüzgârı yakalamak için döndü heyecanla. Öyle bir sessizlikte süzülmüştü ki baykuş, unutulmuş eski bir anı gibi yok olacağını sandı. Glud ağacının kırık dalında bir kol boyu kanadını tararken bakışını fırlatmıştı o da. Tebessüm edip bir zafer işareti verdi gövdeyle bütünleşmiş kuşa. Yamacı aştığı sırada bir sis kümesi ormanın alçak kesimlerinde ilerliyordu. Keskin koku belki de oraya aitti. Bu sevimsiz yanık kokusunu tam adlandıramıyordu. Zirveye uzanan patikaya vardığında hızlandırıcı ünitesini kıyafetinin içine aldı. Çalıların fışkırdığı toprakta belli belirsiz ilerleyen izlere baktı. Zikzak çizerek yürümüş bir önderin peşinden giden aylak bir takipçi kadar tedirgindi. Vadinin alacakaranlığında karşılaştığı bu adam ister istemez kötü anılarını da hatırlatıyordu çünkü.
(Ormanda bir yer, aslında taş yolun bitimi ve uzun oklava şeklindeki balık pulları gibi kabukları olan ağaçlardan bir orman. Taş yol ve patika yolun birleşimi olan bir orman yolundayız. Gözlerimizi kapatalım… Aslında başta kapatmamız gerekiyordu… Şaşırtmaca yaptım bir çeşit, aynen şimdi kullandığım gibi bir devrik cümle ya da ruhi bir beyit… Aksa kuşlarının ötüşleri çınlamakta şu an bu ormanda, ne kadar huzur verici ve ne kadar gülümsetici. Ortalıkta ne maymunlar, ne de yırtıcı bir aslan bulunmakta… Ve sükûnet yavaştan bozulmakta…)
“Nereye gidiyorsun,” “Bakmam lazım.” “Rye orada göreceklerin belki de senin ölüm döşeğindeki benliğin olacak. Ne bekliyorsun? Gerçeği mi? Sevdiklerin senin başına toplanmış ağlaşsınlar mı istiyorsun? O aynadan içeri girersen dönüşün olmaz. Gel… Gel sana bu dünyayı anlatayım. Gerçek dünyayı…”