“Hedef 30’lu yaşlarının başında kumral, erkek. Boynunda devrimci Krujitski dövmesi var. Kesinlikle bizden biri değil. Kırmızı hattı geçtikten beri üç gündür vadi yamaçlarında konaklıyor. Ağır silahlı olduğu düşünülüyor. Hedefi imha edin.”
Telsizi kapattım. Bu kaçıncı ihlaldi hatırlamıyorum. Sürekli birileri gelmeye devam edecek belli ki…
Gürleyen karanlık bulutlar yakınlarda gizlenen düşmanın habercisi. Tek bir ışık kaynağı bile yok. Çaresizce ormanda yankılanan çığlığın geldiği yöne koşuyorsun durmaksızın. Acımasızca sardıkça etrafını ulu gölgeler, Kito’nun feryadı sekoyalardan yükselmeye başlıyor. Dikkat et, gencecik masumiyetin ardında tanınmaz bir suret gizleniyor. Karanlığın teması dokunabileceğin kadar somut bir siyaha büründü artık. Kalbinin atışı hareler halinde sana yaklaşıyor. Aleksia, bu, güç dalgası gölgeleri tanıman demek. Gövdelerden çıkan sesler ölüme giden patikayı işaret ediyor, doğru yolda olduğuna ikna eder bir ritimle. Tekrar karanlık sardığında, bu sefer üçüncü kez, Meno’ya saplanan silahı göreceksin. Lavdan bir çakı parçalayacak ve dağlayacak, kanlar içinde yere serecek koca devi. Ve o an geldiğinde gecenin içinden bakacak sana, kızıl bir göktaşı gibi savrulan bıçağın ışığında Adam’ın gözleri. Düşmanın seni bulduğunda, dehşet dolu ve keyifli bakışları ışıldayacak ayrıca senin ölümcül ama harika olduğunu fısıldayacak. Kollarının arasında ağlayan Kito’nun başı sana kenetlenecek. Bir yanda tir tir titreyen kızın gözleri diğer yandaysa hakikatin soğuk ama hiddetli çehresi. Evet, işte başının hemen arkasında. Dön! Hiçbir şey yok, hayır. Hiçlik, yutulduğunu bildiğin korkunun çukuru bu. Sis her yeri sarıyor…
“Merkez yönetimin envanterinin en büyüğü A-G’dir.”
“Yani, bunu her çocuk bilir. Okula başladıklarında öğrendikleri ilk şeyler sınıflıkların, laboratuvarların yeri, banyolar, yemekhaneler, yatakhaneler ve bütün bunlar işte, geleceğimiz.”
“Antu-Galaktus en büyüktür doğru, bir zamanların parlayan yakutu Harpocrates’in yokluğunda evet öyledir. İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yapısının yarısı kadar ancak…”
“Duygusallığa yer yok, kendisi halen ziyaretçi akınına uğruyor. Birçok deniz canlısına ev olmaktan öte tam yüz elli yıldır orta boy bir ada görünümünde mavi körfezi boylamış durumda. Ne acıdır ama manevra kabiliyeti sıfırdı elbette.”
“Yapım amacı belli zaten, koca bir şehiri besleyecek boyutta yaratılmış keşif aracıydı. Ama A-G bir savaş lordu onun karşısında. Sözüm ona yüz yıl önce inşasının tamamlanmasından bu yana sabitlendiği yörüngesinden ayrıldığına ve yeryüzüne doğru hareketlendiğine dair gökbilimcilerden oldukça inandırıcı görüntüler var.”
Boynunu sesin geldiği yöne çevirdi. Başına -ilk bakışta peruğu andıran- taç örgülü ve alacalı bir bere giymiş koyu tenli bir kız ona dik dik bakıyor, ceketinin yakasındaki cırcır böceği şeklindeki gümüş broşsa o yürüdükçe kanatları pırpır ediyordu. Farkında olmadan etrafında dans edercesine dönerek üşengeç bir tonda ‘‘Ah! İşte buradaymış,’’ dedi bavuluna eğilerek. ‘‘Sabahtan beri aynı renk valiz kullanan gördüğüm ilk kişisin.’’ Ahleksiyanza kaşlarını kaldırarak ‘‘Ee, nolmuş yani,’’ dedi kendininkine göz atarak.
Bakışlar çoğaldıkça koltuğuna daha da gömülüyordu. Şaşkınlığın yerini alan meraklı yüzlerin arasında bir rulban bile vardı. Bu antika robot ahşap kollarıyla kafesli balkonda ufacık görünüyordu. Uzunca bir bulvarın başında kırk beş derece kavis çizdikten sonra emniyet şeridine iyice yaklaşarak çizgiye yerleşen araba sinyal aracını takibe başladı. ‘‘Tüh,’’ dedi ellerini göğsünde birleştiren Namina. Muzip bir ifadeyle alt dudağını ısırarak, sinmiş haldeki torununa kısa bir bakış attıktan sonra ceketini ve dağılmış saçlarını düzeltmeye başladı. Ahleksiyanza acıklı bir yüzle önlerinde uçan kutuya dikti gözlerini. Küçük araç tiz bir çığlığa benzeyen kornasıyla adeta ‘‘Biz buradayız! Bize bakın! Ne kadar da aptal görünüyoruz değil mi,’’ der gibi sinyal veriyor arabaları da benzer bir ritim tutturarak farlarını yakıp söndürüyordu. Namina telaşla düşürdüğü çantasını aradığı esnada havalandırma paneline vurduğu başını ovarken, yumruklarını sıkan Ahleksiyanza ise kabusundan uyanmak isteyen bir iç sesle, yalvarırcasına ve belki işe yarar umuduyla tekrar tekrar ‘‘Ne olur bitsin, ne olur bitsin, ne olur bitsin,’’ diyordu.
Kovuktan çıktığında aynı manzaraya bakıyordu yine ama sanki daha dingin, daha güzel. Birkaç adım ötesinde, ardında yükselen heybetli gövdeye gözü ilişti. Ve işte orada kemiksi beyazlık tüm bedenini sarmış, artık hiç olmadığı kadar farklı, neredeyse ölü sakinliğinde dimdik karşısında duruyordu. Ağacın ötesinde sivrilmiş çıplak kayalığın ışığı saklayan parıltısı gecenin içinde seçilebiliyordu.
Zirveye doğru ağır adımlarla ilerledi. Eğim arttıkça meka-not bacaklar daha güçlü kırtlamaya başlamış kolluklardan destek almak zorunda kalmıştı. Kaygan kumul yamaçta serin rüzgarlarla tekinsizleşmiş ayak izlerine baktı. Burnunu kırıştırdı, başının arkasına minik bir rüzgârı yakalamak için döndü heyecanla. Öyle bir sessizlikte süzülmüştü ki baykuş, unutulmuş eski bir anı gibi yok olacağını sandı. Glud ağacının kırık dalında bir kol boyu kanadını tararken bakışını fırlatmıştı o da. Tebessüm edip bir zafer işareti verdi gövdeyle bütünleşmiş kuşa. Yamacı aştığı sırada bir sis kümesi ormanın alçak kesimlerinde ilerliyordu. Keskin koku belki de oraya aitti. Bu sevimsiz yanık kokusunu tam adlandıramıyordu. Zirveye uzanan patikaya vardığında hızlandırıcı ünitesini kıyafetinin içine aldı. Çalıların fışkırdığı toprakta belli belirsiz ilerleyen izlere baktı. Zikzak çizerek yürümüş bir önderin peşinden giden aylak bir takipçi kadar tedirgindi. Vadinin alacakaranlığında karşılaştığı bu adam ister istemez kötü anılarını da hatırlatıyordu çünkü.
"Yeryüzüne fırlatılmış her öksüz uğrunda bir ömür harcamaya hazır kendisini beklediğine inandığı kutlu bir yol için yanıp tutuşur. Ancak ve ancak nihai sonda bir fikir, bir amaç veyahut bir can tarafından karşılanacağı ideali yolculuğu gerçek kılar ve sonunda yolcu yaratılmış tüm gözlerde ve sayısız ufuklarda kabul görür, çünkü gerçek kutsaldır. Çek kılıcını o halde cesur savaşçı. İçine gir mağlubiyet damarlarının. Adım adım yüksel bilgeliğin merdivenlerinden. Kucakla engin karanlığı. Ve korkma! Ölüm bile senin dostundur..."
Yarım porsiyon yedin, felç olup saniyeler içinde ölmeliydin. Ama buradasın. Düşündün, soluna baktın ama sağına değil ve atladın. Düşmanın oradaydı. Ölmen gerekirdi ama ölmedin. Tek başına üç baygın adamı fırtınadan korudun. Donman gerekirdi, hatta oksijensizlikten kendinden geçmeliydin ama olmadı. Dirim kafesine atıldın, o darbelerden sonra boynun kırılmalıydı ama rakibin ne kadar güçlü ve iri olsa da sen bir şekilde sağ çıktın, hem de gülerek.
Her seferinde birkaç kilometre daha yaklaşan en az on iki tane şimşek patlaması saymıştı. Yağmur da bir anda bastırdı. Bütün bu gürültüyü içinde de hissediyordu. Gece ormanı yutacak gibi ürkütücüydü ve güzel sayılabilirdi. Bir kulağı alabildiğine alacalı, orta boy davet çadırının dibinde beklerken, hemen ardında yağmurun akşam parıltılarını izliyordu.