Bitmeyen Hikâye III – Hiçlik

06/2007

Ormanda Bir Yer

(Ormanda bir yer, aslında taş yolun bitimi ve uzun oklava şeklindeki balık pulları gibi kabukları olan ağaçlardan bir orman. Taş yol ve patika yolun birleşimi olan bir orman yolundayız. Gözlerimizi kapatalım… Aslında başta kapatmamız gerekiyordu… Şaşırtmaca yaptım bir çeşit, aynen şimdi kullandığım gibi bir devrik cümle ya da ruhi bir beyit… Aksa kuşlarının ötüşleri çınlamakta şu an bu ormanda, ne kadar huzur verici ve ne kadar gülümsetici. Ortalıkta ne maymunlar, ne de yırtıcı bir aslan bulunmakta… Ve sükûnet yavaştan bozulmakta…)

Fini: Hu! Hu! Şer… Ah, nasıl oldu da unuttum adımı? Ben Fini!

Fini ben,

Şerbetim kuru, tasımda duru, ama çan,

Vurdu dan, dan, dan, ya şimdi ne yapmalı,

Bulmalı bir kadeh dolusu asildot otu, ama önce bir fincan,

Dan, dan, dan, kaç Hilal, ulu Hilal kaç, ben geliyorum yaralı,

Sazım bir sağa, sazım bir sola…

(Dilenciyi görüp şarkısını şaşırır.)

…Sazım bir sola, sazım bir sola…

(Fini orman yolunda ilerlerken bir köprü, onun üstünde yabancı birisini fark edip şaşırmıştır. Bu dilencidir.)

Dilenci: Olmasa da sol dizim, kaldırır beni yerden o biçim… Ve ne zaman bu köprüde otursam, akan köprü altı su değil, köprüdür hey! Oo, bayanım şarkınızı yanlış söylediniz…

Fini: Sizi görünce şaşırdım. Ee, normal karşılamalı. Paspal uyuşuk bir dilencisiniz.

Dilenci: Olabilir ama erdem bende. Cehalet mutluluktur.

(Dilenci gülümser ve transa geçer.)

Dilenci: Omm!

(Havalanır ve kromozomlarına ayrılarak yok olur.)

Fini: Havaya karıştı?! Aman tanrım?!

(O şaşkınlıkla etrafına bakınırken, köprünün batısına baktığında, havada ormanı ikiye bölen derenin üstünde bir ışıltı fark eder. Işıltı ona doğru hareketlenince panikleyip köprünün duvarından dereye düşer. Cumburlop!…)

Fini: Ah! Ah!

(Nefes nefese kalmıştır ve kafasının ne kadar su içinde kaldığını bilmemektedir. Ama sanki başka bir yerdedir. Sanki zaman yavaşlamıştır ve daha da yavaşlıyordur. Ağır hareketleri arasında başını sola çevirirken sazının küçük adacıkta olduğunu görür. Onun oraya ne zaman, nasıl ve niçin gittiğini düşünürken suda bir yansıma fark eder. Işıltının yansımasıdır bu… Tam kafasını kaldırırken zorlanır ve tam ışığı görecekken çok büyük bir ağırlık, bir yük onun ve derenin üstüne çöker. Çok ama çok iri bir yaratıktır bu. Kanatları olan ve uçan bu yaratık pat diye tepesinde belirmiştir Fini’nin. Fini dere tabanına çökmüş ve etrafındaki tüm sular gitmiştir. Fini artık derenin dibini, o tüm deniz kabuklarını, değerli taşları ve dilek paralarını görebilmektedir.)

Adrazgaman: Selam küçük kız! Selamlar olsun sana! Ben büyük su perisi Adrazgaman, Selam getirdim, selam taşıdım sana!

Fini: (Korkulu.) Kimsin sen?

Adrazgaman: Burada ben konuşur, ben gülerim, asla abartmaz saadeti severim ve hiç acımam, çünkü burada Tanrı benim! Nihahaha! Dozorga Ormanı’nın en büyük ve tek nehrinin hâkimiyle karşı karşıyasın! Diz çök ve yalvar. Seni hemen öldüreyim diye… Ya da… İnsanın üstüne gudubet gibi çökerim! Hahaha!…

Fini: Hayııır!

(Cin Fini’ye yaklaşır…)

Fini: Hayır!

(Fini uyanır, etraf sakindir ve sazını fark eder, saz Fini’nin aksine kurudur ve o küçük adacıktadır. Fini doğru olanın sazını çalmak olduğunu düşünür ve sazını çalmaya başlar.)

Fini: Tin, tan, tin, tan, tin… Sazımı çalmamın doğru olduğunu hissediyorum. Zorunlu değilim, çünkü mutluyum.

(Adacığın, o küçük tepeciğin üstünde sazını çalarken sudaki Fini’yi görür.)

Fini: Güzel ben ve çalan ben ya da korkup kaçan ben…

(Sazını tek eline alıp yansımasına dokunmak ister. Yüzünü suya yaklaştırır, suda bir o yana bir bu yana kıvrılan bir balık görmüştür. Daha da yakınlaşır ve onu izler.)

Fini: Hiç… Elimi suya dokundurmama gerek kalmadı ki, yansımam suyun ta kendisi yani…

(Balık kıvrılıp bir dibe, bir yüzeye çıkarken aniden sudan zıplaaaaaaaaadı. Zaman öyle yavaş akmaya başladı ki tam balığın kafası sudan çıkarken. Balık kuyruğunu bir o yana, bir bu yana sallayıp etrafına sudan bir çanak inşa etmekte, her yere su sıçratmakta idi. Balık kuyruğunu sudan kurtarıp çıkardığında, Fini ile göz göze geldiler. Balık Fini’nin o güzel yüzüne yaklaştıkça zaman daha yavaşlamakta ve Fini bir o kadar mutlu olmaktadır. Bakın tam karşımızda duruyorlar. Şimdi de gelin onun, Fini’nin ağzından duyalım…)

Fini: Hiç bu kadar mutlu ve azimli olmamıştım.

(Duydunuz, aslında bunu içinden der Fini. Balık birden Fini’nin yüzüne su fışkırtır ve tam fışkırtırken de zaman yine hızlanarak eski haline gelir balık kafasını suya soktuğu gibi… O sırada Fini yüzünü buruşturarak, gözlerini silmektedir. Ardından merakla balığa bakar, onu arar.)

Fini: Tanrım çok güzeldi. Neydi bu böyle?

(Balığı ararken onu görür ve göz göze gelirler. Birden balık büyür ve sudan yukarı uzanan bir periye dönüşür. Bu, uzun, kırmızı entarili, elinde Çinlilerin gaz lambasından bulunan birisidir. Havada metrelerce saçları ve uzun elbisesi köprü boyunca süzülürken, korkulu ve şaşkın Fini’ye seslenir.)

 Hedoora: Güzel Fini!…

(Tok ve kararlı bir ses tonu vardır.)

Hedoora: Sözüm kısa ve zamanım kısıtlı. Aslında bir müjde vereceğim sana. O balığı sevdiğinde kendini sevmiş oldun. Ve zaman yalan devri ne yazık ki! Yaptığın çok hoşuma gitti güzel Fini! Ben dilek perisiyim. Dile benden ne dilersen. Unutma tek dilek hakkın var, sonra ben pırrr…

Fini: Ben?… Bilmem ki?…

Hedoora: Hadi güzel kızım, vaktim dar olsa gerek ki entarim ve saçım uzun?

Fini: Ha? Hedoora: Peki öyleyse senin yerine ben diliyorum sana şimdi.

(Peri gözlerini kapatıp bir şeyler fısıldar, bu sırada elleriyle bir o yana, bir bu yana savurur gaz lambasını.)

Hedoora: Şaşırdın değil mi? Bir peri nasıl da karşısındaki insana (daha sert ve yüksek bir tonla) veya başka bir mahlûkata kendi iradesiyle dilek diler dedin içinden eminim. Ben sabit, basit bir peri değilim. Tanıştırayım, aslen bir Tanrıça, bir Gökten İnme’yim.

Fini: Şarkı söylemeni istiyorum.

Hedoora: Biliyorum ama beraber söylemek istiyorsun ve çekiniyorsun. Fakat çekinme, hemen öğreneceğin bir şarkı bu.

(Fini’nin kulağına fısıldar.)

Hedoora: Şimdi biliyorsun, gel beraber ötelim derin maziyi, orman şenlensin. Unutma bizi izleyen bir çift göz var?…

Fini: Rimunu! O burada mı?

(Sessizce ve delirmiş gibi Rimunu der ve aniden ona seslenerek, Hedoora’ya bakar.)

Hedoora: Hıh hıhı hı… Başlıyoruz…

(Fini hem önce başlar şarkıyı söylemeye hem de sazıyla eşlik ederek çalar.)

Fini: Üç hilal birleşti mi adım adım, Ensende hissedersin günahını, vicdanını zorlarsın, doğru mu bu, doğru mu, çam balım, güneşim, hilalim, yıldızım…

Hedoora: Beni çok şaşırttın Fini, daha önce kimse şarkı söylemeyi dilememişti benden.

(Hedoora birden yok olur. Etraf kararır ve tekrar aydınlanır. Fini kendini köprünün üzerinde, dilencinin karşısında buluverir.)

Fini: Bu da neydi şimdi böyle?

(Bilmem işaretli mimiğiyle dilenci güler.)

Dilenci: Ha, ha, ha, ha…

Dozorga Kanyonunda Savaş Alanı

Ay tutulmasına 10 dk…

(Farkid Kalesinin dibinde feci bir katliam yaşanmaktadır… Nafii’lerin son elf-insan ittifakının bulunduğu kaleye saldırışları ve kıyamet öncesi son dakikaları görüyoruz adeta…)

Ramyan: Aman Tanrım!

(Farkid Katliam Lordlarından, Rufi Yud Ramyan asıl adı olan asil bir insan savaşçıdır aslında… Lomen Asad Afistra ise sağlık büyücüsü dişi bir elftir. Ani bir çökertme saldırısıyla girişleri Nafii’lerin, akıl almaz bir durumdadır aslında, fakat on yılda bir dolunay olduğu düşünülürse bu diyarda, normal karşılamalı tabi ki. Çünkü Nafii’ler Ay’dan etkilenen bir çeşit kurt adam biçimli yaratıklardır. Ellerindeki baltaları, özellikle çift başlı balyozları meşhurdur. Kalkan kullanmazlar, zaten gerek bile yoktur. Derileri tam ejder derisi kıvamınd olup, çok zor zarar görür. Kaslı, iri vücutlarını kalın tüyler örter ve pençeleri ile iki silahı kullanırlar. Savaş mazileri aslında çok eskiye dayanır. Çoook eskiye, sizi ve beni aşar… Tahmininizden şaşmayın yine de, öyle düşünün, işime gelmediği ya da uyduramadığım için yazamadığımı söyleyin içinizden veya sesli, ama ben kısayım, evet bu konu da beni aşar canım. Neyse şaka bir yana bu mesele taa kayıp “Miganza’ya” kadar uzanır. Gerisini siz düşünün. Gelin şimdi savaşa dönelim…)

Ramyan: Aman Tanrım!

Afistra: Sağ Edra Bölgesi çöktü! Tüm kale bölüğümüz imha edilmiş! Okçular!…. Okçularımız azaldı… Ramyan!

(Ramyan dalgın, şaşkın, ifadesizce ona bakar, lakin her şey ağır ağır akıyordur artık onun için…)

Afistra: En fazla 300 okçumuz kaldı… Okçular diplerine kadar gelmiş yaratıklara dayanamazlar! Her şey daha da kötüye gidiyor…

(Tüm gök patlamalarla boğuşurken, ardı ardına devasa ateş topları yağmaktadır gökten… Düştüğü yerler bir daha kapanmamacasına yarılmaktadır. O deliklerde oradakilere ebedi mezar hizmeti yapmaktadır.)

Afistra: Bu kaçınılmazdı, evet, evet… En fazla 70 savaşçımız var… Lord Ramyan!

(Şaşkın Ramyan, Afistra’ya dönüp bakar.)

Ramyan: (İfadesiz ve sakin…) Ne?

Afistra: İşte asıl bu tedirgin edici, Ramyan! Senin durumun! Lanet olsun! Artık her yerdeler, tamam mı? Sadece, sadece!… Bak, onlar her yeri ele geçirebilirler. Fakat içimize giremezler! Onların eli büyü tutmaz… Yemek bile yapamazlar ki, yiyipte bulaşığını yıkasınlar?! Ha? Yalan mı?

(Yakınlarına büyük bir meteor düşer, onlar da yere yığılır. Sersemlerler ve doğrulurlar.)

Afistra: Kalk ayağa ve içindeki O’nu at ve sen ol ve Sen ol ve SEN ol!

Ramyan: Afistra!

Afistra: Ramyan!

(Ardı ardına kaleye, o büyük surlara meteorlar düşer ve orayı yıkarak darmadağın etmektedir.)

Ramyan: Kuzey yolu bize kapalı, doğu ve güney zaten Nafii kaynıyordur. Bana “Batı’ya gidelim.” Deme, çünkü orası Dozorga Ormanı! Ama, tamam… Saldır!

Afistra: Dikkat et! Ah! Al sana Pis köpek!

(Afistra büyülü asasıyla, Ramyan’da çift el kılıcıyla yaratık biçmektedir.)

Apza Dağında Gizli Zirve

Ay tutulmasına 6 dk…

(Zirvede Farkid Kralı Arud Lagan ve Kraliyet Korucusu Siyad, 100 kişilik okçu birliğiyle mevzilenerek son planı yapmaktadırlar. Çünkü bu son saldırı, kesin mağlubiyetle sonuçlanacaktır. Kral ve korucu bir taşın gölgesinde aşağıda biten savaşı izlemektedirler. Arkalarında ki çadırlarda ise askerler dinlenmektedir. Lakin uyanamayacaklardır… Çünkü gizliden gizliye ajan Nafii yandaşlaı, onları uyurken boğazlamaktadır. Tabi hepsi ölünce Ajan Darun’ların başı güzel Kara Elf Savaşçısı öne çıkarak sessizce Kral’a yaklaşmaya başlar. Ajanlara gitmelerini işaret eder Kara Elf Savaşçısı, namı değer Shemadron…)

Kral Arud Lagan: Benim güzel yurdum, insanlarım, elflerim, iç içe, el ele doğdunuz, yine öyle ölüp yitiyorsunuz, avucumun içinde eriyerek. Bir kar tanesi neden erimeden durmaz ki, son umut olmaz? Felaket tellahları hep baş tacıdır, ama başkaldıranlar hep ezilen, yok olanlardır. Kader (Elindeki asayı dizinde kırarak uçuruma atar.) ölümse eğer ben de yanıma seni de alırım Ak Turan! Lale devrin bitecektir! (Ağlar…)

Siyad: Kralım metin olun. Emirlerinize açığım! Emredin yapayım!

Kral Arud Lagan: Bu saatten sonra Siyad, ölmek mi bana yakışır, yoksa öldürmek mi?

Shemadron: Hiçbiri!

Siyad: Ha?

(Sinsice arkasında belirir Kral’ın ve kafasını uçurur, Kara Elf ve Siyad’a yönelir. Uçurumdan aşağı düşen Kralını ve başsız bedenini, tacından kurtulan kafasını gören Siyad çılgına döner. Kaptığı gibi kılıcını çeker ve Kara Elfin üzerine yürüyerek…)

Savaş Alanı

Ay tutulmasına 4 dk…

Afistra: Al şunu da! Ah! Ey Ulu Apza! Hey, Ramyan, dağdan düşen kim? Gözlerim kükürtten köreldi…

Ramyan: Ulu Kral Arud Lagan Zade Ruul! (Dona kalmıştır.)

Afistra: Hayır!

(Ağlar ama ikisi de dövüşmeye devam ederler. Ardından diz çöküp selamlarlar. Ramyan, Siyad’ı görmüştür.)

Ramyan: Kardeşim Siyad! Kaderimiz için dövüşüyor! Evet, bu O! Kara Elf! Senin lanetlin! Eğer bir mucize olmazsa, yiteriz! Kara Elfin kolyesini bir alabilsek… Onun kafasını kes Siyad!

Afistra: Hayır, kardeşim! O bildiğin “Narin ve dolgun vücutlu Elf’lerden değil, seni dangalak, tamam mı?!” Ondan aldığın tek bir darbe, ölümcül yara demek. Anlayacağın, karşısında Tanrı dahi olsan, ebediyete o yarayla yelken açarsın. Bilmem anlatabildim mi?

(Ramyan Afistra’ya sarılıp onu sıkar, Afistra’da ona…)

Apza Dağı

Ay tutulmasına 2 dk…

Siyad: Dehşet kurdu! Gebeeer!

(Kılıcını Kara Elf’e savurur.)

Siyad: Al!

(Elf sıyrılır ve Siyad’ın arkasında belirerek, aniden ensesine üfler.)

Shemadron. Üff…

(Siyad arkasını döner müthiş bir hızla, kendisini savunmak için şaşkınlıkla… Ama Elf hızla öbür arka tarafında belirir aniden, yine Siyad’ın arkasındadır. Hayır işareti yapar ve konuşur…)

 Shemadron: I… Iıı… Şşş…

(Siyad aniden öfkeyle kılıcını Elfin kafasına savurur. Fakat metrelerce uzunluğundaki saçı ile sıyrılır Elf ve kendi etrafında dönerek ter bir tekme atar Siyad’ın eline ve kılıcını uçuruma atar. Aynı anda, az önceki sol tekmesinin aksine, sağ ayağıyla çelme tekmesi atar, Siyad tam ayağı yerden kesilip, yere paralel, havadayken, sağ eliyle çok güçlü bir yumruk atarak Siyad’ı uçurum dibindeki taşa yapıştırır. Ağır yaralı Siyad’ın kafası kanıyordur. Yine aynı anda, Siyad taşa düşerken, etrafında ters dönerek kılıcını yine sağ eline alan Elf, o uzun, en az 3 metrelik ucu kanatlı kılıcıyla, Siyad kafasını taşa çarptığı gibi, Siyad’ın boğazının dibine dayar…)

Shemadron: Sizler içi boş adamlarsınız… Sizler içleri doldurulmuş insanlarsınız. İçiniz samanla doldurulmuş ve rahatlıkla birbirinize yaslanıyorsunuz…

(Kılıcı, o, boğazına 5 cm dipteki kılıcını boğazına sokup çıkarır. Aniden kulağının dibinde biter Kara Elf ve kulağın seslenir arkasından…)

Shemadron: Oysaki ölüm ensenizde…

(Siyad’ın yine önüne gelen Elf, Siyad’la göz göze gelir. Siyad kolyesini kopararak Elf’ten uçurumdan düşer…)

Savaş Alanı

Ay tutulmasına 1 dk…

Ramyan: Hayır! Düşüyor… Sonumuz geldi!

Afistra: Kardeşim… Bitti…

Ramyan: Dur, elinde kolye var… Bak, Elf’te düşüyor. Öldü O’da… Şimdi…

Ay tutulur…

(Afistra tutulan Ay, tam hilale ulaşınca önünde belirir ve büyülü asasıyla Kontra Işığı’nı elinde belirtir. Mavi Ud büyüsüdür bu… Tek güç büyüsü… Hüzün ve içtenlikle göğe uçan Afistra hilalin önünde büyük bir aşkla mavi ışığına bakar, sağ elindeki asası da büyülü halde, her yeri kaplamıştır.)

Afistra: Sor bana Siyad, sor bana ve benim ırkımı yeniden yarat… Mavi ışığınla, aşkın sevdasını ve ruhun kancasını aşağıya at… Rukasmoyidman!

(Her yer sarsılır. Ay tutulur. Tüm ölü elf ve insanlar dirilip yeniden savaşırlar. Savaş yeni başlamıştır.)

Ormandaki Köprü

Fini: Tüm bunlar bir aldatmaca değildi, değil mi?

(Sakat dilenci Fini’yi dikkate almaz ve onu duymadan, sağ ayağının üzerinde zorla sekerek köprünün yan duvarlarına kadar gelir. Fini şaşkınlıkla onu izlemektedir.)

Fini: Hey napıyorsun?

(Zorla duvara tutunan dilencinin kekelemesinden dışarı şunlar dökülür…)

Dilenci: Be, be, ben di, di, dilen, dilenci de, de, değilim…

(Ve dilenci baş aşağı köprüden dereye atar kendini. Dilenci suya düştüğünde tek bir su damlası bile sıçramamıştır. Adeta suda kaybolup gitmiştir, hiçbir iz bırakmadan. Bu sırada şoka uğrayan Fini’nin aklında bir şeyler belirmektedir. Fini sessizce konuşur.)

Fini: Adam… Oo, hayır! Geri gel! her şeyi düzelteceğim!

(Köprüden aşağı bakar Fini, her yeri arar, ama onu bir daha bulamaz. Aradan uzun süre geçmeden Fini köprüye döner ve orada bekler, düşünür. Fini düşünürken aniden bir el gelir, onu tutar ve bayıltarak götürür. Bu kapkara şey Fini için de karanlık bir yürüyüş olacaktır…)

Shojo: Duur!

(Nerden ve nasıl geldiği belirsiz Shojo Kapkara Şey’i durdurmaya kararlıdır, lakin kapkara varlığın yanında aniden bütün diğer kapkara varlıklar belirir ve onlara seslenir.)

Kapkara Varlık: Durdurun onu!

(Ve Fini’yi ormanın içine, Kara Orman’a, nehrin diğer yakasına götürür… Varlıklar ise Shojo’nun üç tarafında bitip ona kara büyü yaparlar. Shojo kaçamaz. Uyandığında derenin öteki yakasına geçemez, çünkü sudan bir set örülmüştür ona karşı…)

Shojo: Seni bulacağım ve ne pahasına olursa olsun kaderini eline teslim edeceğim, aynen teslim aldığım benim kaderim gibi!… (Ağlar…)

Apza Dağı’nın Zirvesi ve Rav

(Rimunu, Fini’nin uzun süre kendine gelememesi ardından şüphelenip onu aramaktadır… Ve gökten düşer zirveye, fakat aniden yer yarılır, içine düşer ve yarık kapanır. Rimunu yeryüzünün en dibi diye tabir edilen yere, Rav’a düşer. En derinde, lavların kaynadığı, cehennem ve diğerlerinin yaşadığı yere gelmiştir.)

Rimunu: Bu haksızlık!

(Derin sessizlik…)

Rimunu: Bu adaletsizlik!

(Derin sessizlik… Kanyondan akan lavlar coşkun bir ırmağı andırarak geldiği gibi akmakta iken, uzaktan bir ses duyar Rimunu.)

Kayıkçı: Çuuf çuuf kayıkçı! Kayıkçının küreği!… Sanırım çok mahzun oluyorum. Çuuf çuuf kayıkçı! Kayıkçının küreği!…

(Rimunu’nun uzağındaki kayıkçının tam karşısındaki kayada bir varlık belirir. Çıplak teninden kadın olarak tasvir edilmiştir.)

Varlık: Sanchez! (Tok seslidir.)

Kayıkçı: Oov!

(Şaşırmıştır, gerçi her zamanki gibi konuşur.)

Kayıkçı: Mariyaa!…

Varlık: Ay tutulmuş bugün. Kelepirde ne var?

Kayıkçı: Elim boş, ama kayığımda boş… Gel tanışalım…

(Tam Rimunu’ya yönelirken…)

Varlık: Hayır, dur bir dakika…

(Bir şeyi anımsamıştır.)

Varlık: O gelmeli… Böylesi daha iyi…

(Kayıkçı onaylar.)

Rimunu: Hey, yardım et! Duyuyor musun sesimi?

Varlık: Durma yanına git. Bende kılık değiştireyim. (der fısıldayarak…)

Kayıkçı: Tamam, yeter. Bu oyundan sıkıldım. Şah’ım yok ki Mat olayım? (der sessizce…)

Varlık: Yeter! Sana boşuna Affaz Azgülümser denmemiş. Yıkıldı (yukarıyı işaret eder) orası. Kan döküldü ve kararan Ay ilelebet kızıl kalacak artık. Ak Turan devridir uzun bir süre. Bırak direnmeyi. Geliyor… Unutma, adım Gandie!

Kayıkçı: İyide adın zaten Gandie!

Varlık: Sus!

(Rimunu koşarak kayıkçının yanına gelmiştir. Soluk soluğa kalan Rimunu kayıkçının görünüşünü daha fark edemeden bir patlama duyulur.)

Rimunu: Aman Tanrım, bu ne biçim şeydir… O seste senden çıktı. Hey! Ayağın kanıyor. Neyse benim yukarıya gitmem lazım, hemen!

(Kayıkçı zorla konuşmaktadır…)

Kayıkçı: Kolay değil…

(Dişlerini de sıkar ve uzun, büyük şapkasıyla yüzünü gizler, kafasını öne eğerek.)

Kayıkçı: Kolay değil, oğlum… Sıcaktan!

(Kayığa atlar aniden Rimunu, şaşkındır…)

Rimunu: Ne?

Kayıkçı: Nasıl olsa soracaktın. Sıcaktan dolayı yaram kanıyor. Ee, uzun hikâye… Şimdi… Defol kayığımdan!

(Uzun, siyah pelerinli ve siyah şapkalı, Cenazeci’yi anımsatan bu adam Rimunu’yu öfkelendirmiştir.)

Rimunu: Hayır, sormayacaktım!

Kayıkçı: Yeter, in! Yoksa!…

(Kayıkçı’nın canı yanmaktadır…)

Rimunu: Yoksa ne?!

(Tam aralarında kavga çıkacakken Gandie görünmezlikten görünür hale gelip lafa girer.)

Gandie: Merhabalar?

(Tatlı bir sesle konuşmaktadır. Tavrı gibi kendide cici bir bayana dönüşmüştür. Aynen bir ostes gibidir konuşması, yardımsever ve seri…)

Gandie: Hu hu!… Bayım, bakar mısınız? Rimunu: Nereye?

(Çok şaşırır… Boşluğuna gelip cevap vermiştir.)

Gandie: Buraya…

(Gandie şirin tavırlarına devam etmektedir.)

Rimunu: İyi de neden?

Gandie: Lütfen sorgulamayın ve gelin. Burası (Etrafına bakınır, Rimunu’nun dikkatini kendisine çekerek ve şaşkın ifadesini Rimunu’ya yöneltir. Gandie rol yapıyordur.) ıssız bir yer… Pek tekin değil anlayacağınız… Kalınası bir durumu yok. Ölmesi daha elverişli, tabi (İfadesini sertleştirerek, ama üslubunu asla bozmadan…) niyetiniz burada kalmak ve sabaha çıkamayacağınızı, daha kestiremeden ufalanmak, çıldırıp lavlara atlamak ya da kendi kendinize yanmak -milyonlarca neden sayabilirim- ve unutmadan bir İnsan! 1650 derece sıcaklıkta gerçekten kendiliğinden tutuşabilir. Çok ciddiyim. Tüm dış derisi ve iç dokusuyla… Üfff… Ufalanıverir…

Rimunu: Bitti mi?

(O, çok tatlı tavrıyla…)

Gandie: Bitti…

(Gandie, Rimunu’dan hoşlanmıştır.)

Rimunu: Anladığım kadarıyla bu adam buranın bekçisi, kayıkçısı ve koruyucusu, sende… Ee… Buranın… Şirini, eee… Gişecisi…

Gandie: Eevet…

(Ondan bir şey bekle gibi bakar.)

Rimunu: Ee, güzeli-sin… Neyse kafayı yiyeceğim. Zor kullanmak istemiyorum., eninde sonunda yukarı gideceğim. Yolumu açın.

(Gandie, Rimunu’yla göz göze gelir ve bakışırlar. Gandie çaktırmadan kayıkçıdan üstünü temizlemesini işaret eder.)

Gandie: Tamam.

(Kayıkla, Rimunu’nun arasına girer, tam Rimunu’nun dibindedir Gandie. Rimunu bu duruma çok öfkelenir.)

Rimunu: Geri çekil!

Gandie: Aa, hadi canım… Biraz eğlenebiliriz… Hadi öp beni… (Cilvelidir…)

Rimunu: Hayır!

Gandie: Tek bir öpücük…

(Rimunu’yu öpmeye yeltenir. O sırada bir patlama sesi daha duyulur. Rimunu ve Gandie irkilir. Kayıkçı yine ateşlemiştir silahını… Gandie bu duruma çok kızmıştır. Kayıkçının yanına gidip, onunla bir şeyler konuşur. Giderken Rimunu’yu bile ite kaka gitmiştir Gandie. Şaşkın Rimunu olan biteni izlemektedir.)

Rimunu: Hadi… (der sessizce…)

Gandie: Kes şunu… (Çok sinirlidir…)

Gandie: Kendine zarar veriyorsun. Daha önemlisi onu da almalıyız…

(Küreğini kayığa vurur.)

Kayıkçı: Ben olmaz diyorum. O normal değil. Zamansız…

Gandie: Ne diyorsun? Nerden anladın?

(İkisi çaktırmadan Rimunu’ya bakar, Rimunu’da onlara bakmaktadır. Kayıkçı, yaralı ayağını fark ettirmeden sararken, arada Rimunu’ya da bakarak konuşur.)

Kayıkçı: Neden olacak, olaylardan habersiz.

Gandie: Ama biliyor.

Kayıkçı: Neyi?

Gandie: Ne yapacağını, seni gerzek…

(Rimunu’ya şirince gülümseyerek uzaktan, kayıkçının yanından güler. Elleri, kolları birbirine bağlanmış gibi yapar. Aslında öyledir de… Rimunu’nun duyacağı şekilde güler.)

Gandie: Ehe…

(Terlemiştir meraktan… Sessizce konuşmalarına devam ederler kayıkçıyla.)

Gandie: Aslında bir bakıma tuhaf biri olduğu kesin. Beni kıllandırdığı da apaçık… Ya, ne diyorum ben, anlamsız konuşmaktan alamadım kendimi… Bekle soracağım.

Kayıkçı: Hayır, dur! Hayır! (der hırıltıyla…)

Kayıkçı: Çok tehlikeli olabilir… Bende iyice paranoyaklaştım…

(Rimunu’ya yaklaşır ve karşısında durarak…)

Gandie: Nerden geldin?

Rimunu: Yukarıdan…

(Lafını keser…)

Gandie: Yukarıdan, nerden?

Rimunu: Aslında…

(Kulağına fısıldar…)

Gandie: Ne?!

(Gandie hemen şekil değiştirip asıl halini alır ve kayıkçıya bağırır…)

Gandie: Gardını al!

Rimunu: Dövüşse dövüş! Fini’yi bulmalıyım!

Kayıkçı: Kimi?

Gandie: Sus!

(Rimunu’ya…)

Gandie: Ölmen lazım… Bu iş çok gecikti… Buraya gelenler ölülerdir. Bizlerde onları yerli yerine ulaştırırız. Ama bugün bir şey oldu. Ummadığımız bir şey… Nasıl olduğunu bilmiyoruz. Ama yine de oldu… Şimdi karşımdasın ve dirisin. Öleceksin!…

Ormanda Köprü Yanı

(Ormanda uzaklardan bir ses duyar Shojo ve irkilir. Bu bir peridir. Kendi kendine konuşmaktadır…)

Puck: Off!… Ne sıyrılıştı ama?… Bu Kupid yumurcağı da nasılsa, kim, ne zaman, nerede çok iyi biliyor… Aaa? Kimsin sen yabancı? (Sessizce söylenir.)

Puck: Hey… Bu da kim, daha önce böylesini görmemiştim…

Shojo: Hey! Ucube! Baksana! Sen buralı olmayasın?

Puck: Doğru! Gündüzleri tüm dünyaya kuşak dolayan ve gecelerin şen gezginiyim ben…

Shojo: Oldu!

(Heyecanla…)

Shojo: Beni bu lanetten kurtar, dereden geçmemi sağla, sonra ne yapmak istiyorsan onu yap! Anladın mı?

Puck: Hey! Bir dkika, sen beni nasıl görüyorsun? Oysa ben her seferinde geceye bürünürüm.

Shojo: Orasını karıştırma ucube! Yardım edecek misin? Etmeyecek misin?

Puck: Yardım etmek isterim, ama bu büyü bizi aşar?

Shojo: Kimi?! Puck: Perileri tabi ki… Periyim ben?

Shojo: O nedir? Her neyse!

(Sessizce…)

Shojo: Fini’yi kurtarmalıyım…

(Puck duyar…)

Puck: Fini! Kırık, kopuk… Dalgalar ve…

(Puck kafasını öne eğip iyice düşünüyordur…)

Shojo: Ne?! Ve ne?!

Puck: Fırtına!

(Uzaklardan sesler gelir… Garip sesler…)

Puck: Fırtınada gemideydi. En son düştü… Yok, etti kendisini… O gün çok karışık gelişti. Sanki büyülenmiştim…

(Beş cin ağaçların arasından çıkar. Önlerindeki adama sürekli vurmaktadırlar. Kütükler taşıyan, önce yalpalayarak dereye düşer. Kütüklerin ağırlığından olsa gerek, koşa koşa dereyi geçerek öteki yakaya gider ve kaçar. Cinlerde onu kovalar.)

Ariel: Yakalayın o canavarı! Daha yapılası ne işler, ne işler var! Efendimin garezi bir bitse…

(Shojo ve Puck’ı fark eder.)

Ariel: Ne ki bunlar? Birinin etrafında nurlar, öbürününse kara bulutlar…

(Görünmez olsa da Shojo’nun ve Puck’ın onu gördüğünü anlr.)

Ariel: Hey! Kimsiniz?! Ve ne istiyorsunuz?!

Puck: Heyy, bu da benim soyumdan bir erek olsa gerek. Ama dikkatli konuş, efendim duymasın. Kızdı mı uçar, gider o lafların…

(Ariel, Puck’ı dalgaya alır.)

Ariel: Efendin mi? Benim efendim bir kızdı mı, neler yapar bir bilsen. Efendinle dalgalara karışırsın. Fırtınası daha yeni bitti.

(Shojo şaşkın şaşkın bakarken, Ariel bir an düşünür.)

Ariel: Benimle geliyorsunuz!…

(Shojo ayağa kalkar çok kızgındır…)

Shojo: Yeter! İkiniz de ya bu dere büyüsünü kaldırmanın yolunu bulun ya da gebereceksiniz!

Ariel: Bak sen? Bu arada dere büyüsünün açılımı lanettir canım ve bizi aşar. Ve bizler…

Shojo: Perisiniz! Yanlış mıyım?

(Ariel şaşırmıştır…)

Ariel: Ee… Ama efendim belki yardım edebilir sana, eğer her şeyi harfiyen bana anlatırsan.

Shojo: Birini kaçırdılar. Arkadaşımın sevgilisi idi. Adı Fini… Kara pelerinli garip yaratıklar kaçırdı. Ben yetişemedim… Beni sersemlettiler önce büyüleriyle ve bayılttılar. Ayıldığımda ise çok geçti.

Ariel: Olamaz, yine mi hortladılar. Olmuş bil, hemen gidiyorum.

(Ariel gider, ardından Puck koşuşturur, bir şeyler sorar. Sesleri uzaktan duyulur.)

Puck: Efendin neye benziyor? O fırtınada bende vardım, tabi Fini’de… Bu iş çok karışık… Beni biri büyülediği için o gemideydim ya da sadece periyim?… Yo, yo ben gecelerin şen gezginiyim!…

Ariel: Şaşkın bize büyü işlemez.

(İkisi de gözden kaybolur. Shojo Bir şeyi anımsamıştır.)

Shojo: Evet! Neden daha önce düşünemedim?! Çelik bir kapının kapanması demek onda bir delik yok anlamına gelmez ki? Kapıda ki anahtar deliği, ırmaktaki köprüye denk geliyor. Bu köprü bir anlamda perilere kilitli olmalı, ben sadece, kanımla peri olmadığımı kanıtlamalıyım. Bir nevi ücretimi vererek…

(Köprüyü geçer ve gider Shojo. Köprüde oturan dilenci şaşırtmıştır onu… Gözlerini kaçırır…)

Yeraltı Dünyası

Rimunu: Fini! Fini! Seni iğrenç yaratık! Kabri olmayanlardansın!… Besbelli!…

Varlık: Öyleyim doğrusu! Unutmadan bu hakaretlerin bir şeyi hatırlattı bana. Fini, kısacık, siyah saçlı ve yeşil gözlü bir kız değil mi?

Rimunu: Nereden biliyorsun?

Varlık: O çoktan öldü çünkü. Hahahaha! Ve yetişemedin…

Rimunu: Seni tiksinç varlık!

(Onu zorla öper Rimunu nedenini bilmeden ve iteler. Ardından Kayıkçı gizlediği iri silahıyla Varlığı vurur. Birkaç adım sendeleyen Varlık lavların içine düşerek yitip gider, ardında bıraktığı küçük çığlığıyla… Ah…)

Balıkçı: İyi bir nişancı olduğum söylenemez, fakat bu silahın kurşunları yeterince büyük…

Rimunu: Beni neden kurtardın?

Balıkçı: Onu neden öptün?

Rimunu: Ama…

Balıkçı: Onu öptüğün için vurdum. Evlat, nedenlerden çok sonuçların evrenindeyiz. İnan bana ben de bilmiyorum.

Rimunu: Fini’ye götür ben. Onu göreceğim…

Balıkçı: Duydun az önce. O öldü?… Daha bu sabah geldi ve götürdüm onu. Ve hiç konuşmadı, sanki yok gibiydi… Tamamen donakalmıştı. Ama yine de… Durma kayığa atla!

(Kayığa geçen Rimunu’ya bir şişe verir.)

Balıkçı: Bunu iç.

(Hemen içer Rimunu.)

Balıkçı: Çok inançlısın, bana inandın.

Rimunu: Şimdi ne yapıyoruz?

Balıkçı: İçeni oniki saat ölü yapan iksiri içtin. Yüzeye çıkana kadar öleceksin…

Rimunu: Başım çatlıyor. Beni Fini’ye götür Kayıkçı…

(Ve Rimunu ölür.)

Balıkçı: Sen gerçek adımı… İki dakikada Balıkçı oldum…

Kayıkçı: Aslım bu! Bozulmasın… Ancak ölülerin geçebileceği, dar bir kanyona giriyoruz Rimunu… Sonrası daha girintili, çıkıntılı… Anlayacağın zor… Evet, kendi kendime konuşuyorum. Bu işe mahkûm edildim. Benim de yukarıda oğlum var. Adı Rafi Rud Ramyan… Hatırlayamıyorum… Ama şerefsiz Ak Turan’ın adi büyücüleri tarafından Gandie’ye teslim edildim. Ardından 100 sene çalışmak üzere burada lanetlendim, ölüleri lavlardan geçirip, ait oldukları yere koymaya… Bu bir anlaşmadan ibaretti. Sonucuna katlanıyorum… Oğlum için…

(Sinirden ağlar…)

Kayıkçı: Ama sen… Bir umutsun… Bu silahımda benim umudum oldu…

(Bağırır…)

Kayıkçı: Yıllardır neden gülmüyorum biliyor musun adi orospu, Gandie?! Çünkü oğlum da gülmüyor! Onu yüreğimde hissediyorum, bunu anlayamazsın. Benim cehennemimde sen yanmazsın!

(Sakinleşir ve sessizce ileriye bakar… Uzun bir süre sonra Rimunu’yla bir pınardan yeryüzüne çıkarlar. Dozorga Pınarı’ndan ilerlerler, ta ki köprüye kadar… Birden Adrazgaman belirir ve kayığı batırarak, üzerlerine karabasan gibi çöker. Kayıkçı onu vurmak istese de isabet ettiremez. Cin onu eline alıp parçalar ve atar. Ardından Rimunu ayılıp ona su atar. Cin sakinleşir.)

Rimunu: Nesin sen adi!

(Kayıkçı ölmüştür.)

Adrazgaman: Fini bir, siz iki! Rahat bırakın beni! Uykumu deldiniz!

(Sinirden, acıdan, öfkeden deliye dönen Rimunu yerdeki silahı alıp defalarca cine ateş eder ve paramparça, unufak eder. Köprüye çıkar, karşıya geçer. Köprüde dilenciyi görmüştür.)

Rimunu: Ha?

(Sessizce…)

Dilenci: Bitti. (Der.)

Dilenci: Dediğim gibi, ben buradayken akan su değil, köprüdür, hey!

(Rimunu hızla ormanın diğer yakasına geçer…)

Dozorga Kanyonu

(Ramyan komutasında bir askerdir Fender. Diriliş ile birlikte biraz rahatlayan insanlar ve elfler sığınacak yer arıyorlardır ki…)

Fender: Efendim! Efendim!

Ramyan: Ne var?!

Fender: Batı yolunda, Dozorga ormanı girişinde bir vadi var. Çok geniş ve yayvan, efendim… Halkımız ve tüm ordu olarak oraya gidebiliriz. Emirlerinizi bekliyorum!…

Afistra: Ramyan, dirilenler yine ölecek. Sadece bir saatliğine yardımdalar. Hemen gidelim, yoksa katliam olacak.

Ramyan: Tamam. Tüm ordu! Batı yönüne kayın! Fender, halkı sağ sağlim, orada istiyorum. Önden gidiyoruz. Güvenebilir miyim sana?

Fender: Elbette Lordum!

Dozorga Ormanı

(Bir kaçış göze çarpmaktadır. Fender’in ihaneti, halkın canına mal olmuştur. Ormanın içlerinde, Kara Ormana bir koşuşturma söz konusudur… Afistra bir an için durur…)

Afistra: Gel, kalk hadi, acele et ve koş…

(Bizi kaldırıp koşmamızı sağlar. Etrafında küçük periler uçmaktadır…)

Ramyan: Bırak onu, nasıl olsa hep arkamızda… Korkmayanlar burada, korkaklar ise hala gelmedi.

Bir Asker: Lordum ilerlemeliyiz! Az önce güvercinle mesaj yolladılar. Fender, yerlerini belli etmiş. Ak Turan’ın askerleri halkı kılıçtan geçirmiş. Ordu çoktan yitmiş. Geride kalırsak hepimiz ölürüz.

(Ramyan çılgına döner…)

Ramyan: Askeeeeer! Burada bekle ve şereflice, kendine en uygun biçimde öl!… Hala yaşayanlar olabilir Afistra, gidelim…

Afistra: Ramyan, 100 okçumuz ve 25 savaşçımız hala diri! Kara Ormana girelim. Başka yolu yok. Oraya yerleşebiliriz. Bir dakika…

(Herkes durur, yukarıda garip bir şeyler vardır…)

Afistra: Bu havayı biliyorum…

Ramyan: Nerede?

Afistra: Geldi bile… Burnumuzun dibinde…

(Bahsettikleri Shemadron’dur. Shemadron onları alkışlar ve ağacın tepesinde dala otururken görünür hale gelir.)

Shemadron: Doğru… Beni şaşırttınız doğrusu… Aslında savaşı niye kaybettiniz biliyor musunuz? Kolyemi aldım çünkü!

(Kolyesini görürler ve inanamazlar.)

Shemadron: Kolyem koptu diye ölecek değilim ya? Hahaha… Siyad süzülürken uçurumdan, uzanıp bir hatır sorayım dedim ve kolyemi ondan aldım. Çok yorun düşmüştü, direnmedi…

(Afistra asasını büyülediği gibi tam saldıracakken, Ramyan, beş savaşçı ve on okçusunu Shemadron’a saldırtır verdiği işaretle…)

Afistra: Yo, hayır!

Shemadron: Kalleşler! bire onbeş ha?!…

(Bu sefer iki kılıç çıkaran Kara Elf daha korkutucudur. Önce okçuların boğazlarını keser, sonra savaşçılara saldırır. Birincisinin bacağı kopar, ikincisinin kafası, üçüncüsünün bedenini ikiye böler. Dördüncüsüne geçemeden, geri kalan, Ramyan, Afistra, sonradan 90 okçu ve 22 savaşçı dayanamayıp, hepsi birden, Ak Turan diyarının tek ve en güçlü, Dişi Kara Elf’ine saldırdılar…)

Shemadron: Geberin, tek yürekliler!

(Şimdi yukarıdan bakıyoruz savaşa…)

Shemadron: Aa!

(Sürekli kaybolup, ortaya çıkan Shemadron ardı ardına okçu düşürmekte anlayacağınız… Çok acı bir tablo… Ama durun, Ramyan hamle yapıyor, oo hayır! Ramyan’dan sıyrılıp kılıcını savuruyor Ramyan’a. O sırada kılıçsız kalan Ramyan’ı tam öldürecekken, Afistra, Ozor Donma Büyüsü yapıyor. Aşağıdayız tekrar… Geriye kalan 67 okçu ve 16 savaşçı ile direkt Kara Ormana girerler. Arkada bıraktıkları asker beklerken kafasına bir balta yiyip ölür. Ak Turan’ın askerleri artık ormanda ilerleyip Kara Elf’i bulurlar. Büyücüler onun büyüsünü çözüp ayıltırlar ve tüm ordu arkalarında yangınlar bırakarak ilerlerler.)

Köprü

(Kayıkçının parçalanmış vücudunun başına üşüşen devasa akbabalar göze çarpıyor, hem de ormanda!… Ancak bir balık!… Biri, biri… Biri… Biri hepsini kovalayıp kaçırtarak zıplıyor ve Hedoora’ya dönüşüyor.)

Hedoora: Vah zavallı… Çoktan ölmüş, fakat dileğini Söyleyemeden… Ben biliyorum senin dileğini. Oğlunu görmek istiyorsun. Hadi kalk oğlum.

(Onu diriltir.)

Hedoora: Şimdi oğlunu gör. Amma şansız ve lanetli adam…

(Silahını da sudan alarak köprüden geçer Kayıkçı. Dilenci ona gülümser.)

Kayıkçı: Sağ olun bayan… (Der şaşkınca…)

Hedoora: Şapkanı da al! (Der ve fırlatır ona… Kendi kendine konuşur…)

Hedoora: Umarım yönünü bilir… Gerçi tek yön… (Der kendince… Bir şeyi anımsamıştır…)

Hedoora: Zavallı adama şarkısını da unutturmuşlar…

Kara Orman Cadıları Diyarı

(Kara Tahta Diyarı diyebileceğimiz, Kara Ormanın merkezi olan Cadılar Diyarı’ndayız… Aralarının iyi olduğu kavim topluluğu olduğu söylenemez, çünkü ne çocuklarını kaybetmeyen ne de hezimete uğramayan vardır… Asla savaşların uğrak yeri olmayan bu orman artık garip bir sona gitmekte iken, kemiklerden yapılı çitleri açarak kabile girişinden birkaç kapkara varlık girer. Birden görünüşlerini düzelten varlıklar cadı hallerine dönüp sessizce iri çadırlarına girmektedirler. Cadılardan şişko olanı avladığı cinleri gösterirken, kibrinden iğrençleşirken onları bir ağaç kavuğuna hapseder. Cinlere yazık olur. -Arkadaşlar cinleri sevelim.- Ve çadıra girer cadılar. Tam bu sırada ise Shojo büyük bir hızla kabile yerine gelmektedir. Gelin şimdi iri çadırda konuşulanları dinleyelim ve görelim…)

Cadılar Konseyi Başkan Cadı: Eeeeh! Eh! Eh! Eh! Eeeh!

(Yanındaki danışman Gözlüklü Cadı’ya sessizce sorar, gerçi boğazı kötü olduğu için sesi kalınca çıkar ve herkes duyar. Daha sonra eşek sümüğünden yapacağı çorbayı içipte iyileşemeyecektir. Çünkü 2 ordu onlara gelmektedir. Neyse…)

Başkan Cadı: Kuranyi kaç attı?

Gözlüklü Cadı: Üç attı… İh! İh! İh! İh!

Başkan Cadı: İyii, iyi! Evet! Sessizliik! Bugün verimin, iffetsizliğin ve lanetlerin toplantısını açıyorum.

(Sessizce yine sorar Gözlüklü Cadı’ya, ama sesi kalındır ve duyulur yine…)

Başkan Cadı: Cadı Baba nerede?

Gözlüklü Cadı: Cuma’ya gitti… Üç ay oldu hala dönmedi, sonra…

(Herkes güler, sonra da şoke olur…)

Başkan Cadı: Susun! (Kızgındır…)

Başkan Cadı: Bugün en garibinden yedi av yaşadık. altısı etsiz, kemiksiz! Hala buralarda cin mi var anlaşılmaz! Avcılar, avcılar dikkat edin! Sonumuzu hazır eder bunlar! Çocuk hırsızları!… Ayrıca, ayrıca Unutkan Cadı bir dişi İnsan yakalamış! Gerçi sonra unutmuş… Lakin bu çok garip?… Biz kızı Kapı’ya verelim dedik. İffetsizliğiyle can çekişesi!

(Oylama yapılır. Önce kızan cadılar sonra kahkahalar eşliğinde kabul ederler.)

Başkan Cadı: Kabul edilmiştir!

(Ardından Fini’yi baygın haldeyken kapıya götürürler. Sonra oraya koyup, terk ederler. Kapı kapanmaktadır… Shojo ise son anda yetişip olan bitene kulak misafiri olmuştur. O sırada etrafta kazanlar mı yok dersiniz veya cadıların kurbanlarının leşleri mi yok dersiniz bilmem ama… Var… Shojo saldırıya hiddetle tam hazırlanırken arkasından bir erkek cadı yaklaşır. Onu önceden fark edip, çaktırmadan gözlem evinden arkasına süzülmüştür. Cadı ona hamle için hazırlanır, kara asasını Shojo’ya doğrultup büyü yapacakken, Rimunu cadının ensesine bir şaplak atıp, onu bayıltır. Erkek Cadı’yı bir kenara atıp beklerler. Bu arada hasret giderim, faslı falan olur… O sırada etrafta oynayan küçük cadılar dikkatimi çeker, gelin bakalım…)

Kabile Önü

(1. çocuk cadı 2. ve 3. çocuk cadıyı kovalamaktadır, onlarda kaçmaktadır…)

1. Çocuk Cadı: Sizi kim yarattı?!

2. Çocuk Cadı: Allah yarattı!…

3. Çocuk Cadı: Allah yarattı!…

1. Çocuk Cadı: Allah yarattı demem!…

Rimunu: Seni görmek de güzel Shojo! Demek Kapı’ya verdiler…

Shojo: Korktukları ve tapındıkları bir isimmiş. Aspinza adında birisi… Kraliçe Aspinza… Kadim zamanların bir vaktinde onları korumuş… Emrinde öyle bir Kara Ordu varmış ki anlatılanlar ancak bu kadar… Gerçi kendisi hakkında pek fazla bilgi yok…

Rimunu: Hemen! Onu bulmalıyım!

Shojo: Neredeyim ben? Burası neresi? (Shojo çok şaşırır.)

Rimunu: Ne? Hadi! Saldıralım! Önce şu ayılmak üzere olan erkek cadıyı gebertelim…

Shojo: Zira çok az erkekleri var! Güçlü olmalılar…

Rimunu: Doğru olmalı, yoksa kıçlarını tekmeleyeceğiz!

Shojo: İçlerinden birisi, birisi… Birisi… Çeyrek Allah gücündeymiş…

Rimunu: O ne demek?

Shojo: Göreceğiz…

(Hızla çitlerden atlayan Shojo ve Rimunu arkalarında erkek cadıyı unutmuşlardır. Erkek cadı ayılır ve tüm diğer cadıları uyarıp davetsizlere sürpriz yapar… Çok ciddi bir vaka teşkil edecektir bu onlar için… 113 kişilik kabile onlara saldırır, acımasızca ve ruhsuzca…)

Rimunu: Aaaah!

Shojo: Aaaah!

(Shojo ve Rimunu direkt kara büyü saldırısına uğrarlar. Shojo şans aurası yaparak, suni bir kalkan oluşturur ve Rimunu’yla gizlenirler. Cadılar çılgınca çığlıklar atarak ve oradan oraya uçarak, süpürge ve asalarıyla büyüler yapmaktaydılar… Tam o sırada erkek cadı bir ruh emici yaparak, üstlerine salar. Bu tam 100 metre yüksekliğindeki bir yaratıktır. Yaratık ağzından birkaç cümle alalım…)

Yaratık: Yorum yok!

(Neyse… Shemadron’un kara takibine mağruz kalan Ramyan, Afistra ve askerleri tam kabile inine gelmiştir… Cadılar bunun bir komplo olduğuna inanıp, ağaçlara gizlenirler. Rimunu ve Shojo o sırada kalkandan çıkıp tam giderlerken Ramyan’ı duyarlar…)

Ramyan: Ak Turan! Bu inanılmaz! Onu ininde bulduk!

(Kılıcını çekip Shojo’ya saldırır.)

Shojo: Ne Turan’ından bahsedersin geyik kafalı?! Burada, karşında uyurgezerler var…

Ramyan: Sakın oyun oynamayın!

Rimunu: Geri çekil! Sensiz ya da senli yolumuza gideceğiz! Kısa kes! Ne istiyorsun?! Ak Turan kim?!…

Ramyan: Hükmü süren, şimdi heryeri sahiplenen O, salgın…

Afistra: Tüm halkımızı yok etti. Bir çırpıda… Sonumuz geldi!

Shojo: Anlıyorum… Metin olmak lazım…

Ramyan: Ne Metin’i?!

Shojo: Bende Turan’ı anlamadım ama!

Rimunu: Yeter, anlaşılan kıyamet günü bugün ve burada…

(Shemadron ve Ak Turan’ın ordusu yerden ve gökten kabileye girer. Karmaşık bir savaşta kafası karışmış ruh emici, Ak Turan’ın ordusunun ortasından dalarak darmadağın eder ezdiklerini… Azılı düşmanlarını çok zor, büyücüleriyle, o ruh emiciyi öldürürler. Shemadron zorla cadıların büyülerinden sıyrılarak, Afistra’ya saldırarak onu yaralar. Afistra’da o sırada ona darbede bulunmuştur.)

Shemadron: Kardeş kanı dökülmeyen bir savaşa asla savaş demem!…

Afistra: Kardeşler kanı diyecektin!…

(Kolyesini çıkarıp, Shemadron’un bağrına saplar. Shemadron üstündeki büyüden kurtulur. Yıllar önce ardeş olan Afistra ve Shemadron ayrılmak zorunda kalmıştır. Ak Turaan’ın asil baronları onu kaçırıp büyületerek kendi isteklerine hizmet ettirmişler, sonra Shemadron başkaldırıp güçlü bir savaşçı, büyücü olmuştur. Şimdi, önceden lanetlisi ilan edilen Shemadron , Afistra ile karşı karşıyadır. Büyük savaş içinde insan ve elf okçular ve de savaşçılar ölmüştür. Cadılaın acımasızlığı ile ordular neredeyse hezimete uğrarken, büyük ordu ve büyücülerde gelerek cadılara saldırırlar…)

Shojo: Garip bir an. Ama isterseniz savaşalım. Ramyan! Beş kişi!… Omuz omuza!…

(Aniden kayıkçı gelir. Sakallı Cadı, -Menopoz Teyze- tam beşliye saldıracakken -Bu çeyrek Allah’tır- büyük bir silahla vurulur. Bu da kayıkçıdır…)

Kayıkçı: Oğluumm!

Ramyan: Baba?! Sen yaşıyorsun?! Bu ne hal?!

Kayıkçı: Bu kız kim? Gelinim mi?

Afistra: Hıı?…

Ramyan: Baba! Ne alakası var? Dikkat et!

(Bir büyü okundan sıyrılırlar.)

Ramyan: Rimunu, hadi! Onu bulacaksın!…

Kayıkçı: Rimunu?!…

(Rimunu’ya dönerek iki parmağıyla Rimunu’nun sağ omzuna iki pıt kondurur.)

Kayıkçı: Bulursun, bulursun… Bulursun…

Ramyan: Zaman kaybetmeyin! Arkadan geliriz!

(Shojo ve Rimunu ağaçlara çıkarak yukarıdan zıplayarak giderler. Shojo’yla Rimunu terif edilen yere giderlerken, nöbetçi cadılardan Rimunu’ya bahseder. Ressam Cadı ağaçta ilerleyen Shojo ve Rimunu’ya tam saldıracakken iki cin ona atılır. Bunlar Ariel ve Puck’tır. İkisi de ne efendilerini, ne de başkalarını bulamamış ve meraktan dönmüştür.)

Ariel: Aaaa! Bırak onları!

Puck: Aaaa! Bırak onları!

(Cadı, Ariel’le Puck’ı lanetleyip bir ağaç kavuğuna hapseder.)

Ressam Cadı: En nefret illetlerde şu cinlerdir! Iyy!

(Soğuk ve bir o kadar da sıkışık bir kavuktan esintiler…)

Ariel: Sana anlattığım tam da buydu işte!

Puck. Aman ne komik!

(Ariel’e kafa atar ve kavga başlar aralarında. Bu sırada Shojo ve Rimunu Kapı’yı bulurlar. Shojo yere atlayıp bir ağacın arkasına gizlenir. Rimunu ise hala ağacın tepesindedir. Rimunu’nun altında iri bir cadı, Shojo’nun dibinde ise küçük bir cadı vardır. Rimunu sessizce Shojo’ya işaret eder ve bağırır…)

Kapı

Rimunu: Hadi!

(Ağaçtan atlayan Rimunu büyük cadıyı yere düşürür ve beraberce yere yığılırlar… Bu sırada Shojo küçük cadının beline sert bir tekme atıp, saçından yakalar ve etkisiz hale getirip yere düşürür. Süpürgesini hiddetle ayağı ile parçalar Shojo… Cadılar delirmişçesine bağırmaktadırlar…)

Küçük Cadı: Aklını mı yitirdin sen, sıçan!

Shojo: Hıh! Iı! Hıh!

(Dalga geçer.)

Küçük Cadı: Havsalasını kurcalamasının vakti geldi!

(İki cadı da gülerler…)

Küçük Cadı: Hah hah ha!

Büyük Cadı: Hah hah ha!

(Buna sinir olan Shojo küçük cadının canını daha çok yakar. Küçük cadı bağırdığı gibi, büyük cadı Rimunu yerden doğrulamadan asasını kapar ve Rimunu’ya doğrultur.)

Büyük Cadı: İsma ikşadet samul akbair!…

(Cadının büyüsünü bitirmesine izin vermez Rimunu ve ayağına çelme takar. Biraz sendeleyen büyük cadı yere düşmez ve sözsüz, sorgusuz, sualsiz, asasıyla Rimunu’yu göğe fırlatır. Shojo dona kalmışken aniden Büyük Cadı asasını Shojo’ya çevirir.)

Büyük Cadı: İyaman dut! Hakza! Ruvet! Zouguagh! Abuag Raad! Hal…

(Tehditkâr konuşur…)

Shojo: Ne saçmalıyorsun sen ucube moruk?!

(Küçük cadının canını biraz daha fazla yakmaya başlar ve ona sorar…)

Shojo: Ne yapıyor bu garez canavarı?! Söyle!

(Gülerek konuşur…)

Küçük Cadı: Söylenmemesi gerekenleri söylüyor! Hih hi hih hii!…

(Küçük Cadı’nın sol kolunu kırar, burkarak…)

Shojo: Aah, al!

Küçük Cadı: Aaaa! Seni piç rakun! Sonsuza dek lanetimizde kalasın, unutma!…

Büyük Cadı: …Henze gud! Rakbun1 Eslaad! Rehmad ulahek! Meş…

Shojo: Neyi unutmayayım?!

(Cadı konuşmaz, Shojo sağ kolunu da kırar, cadı çılgına döner…)

Shojo: Ha?! Neyi unutmayayım?!

Küçük Cadı: Aaa! Hih hih hih hi!… Hala anlamıyorsun değil mi? Oysa kulaklarını kemiren fısıltılar doğruydu…

(Shojo, Küçük Cadı’nın boynunu kırar ve arkasındaki kalın ağaca gizlenir. Bu sırada Büyük Cadı kendinden geçmiş büyü konuşuyordur…)

Shojo: Rimunu… Hadi… Sana ihtiyacım var… Rimunu neredesin?…

(Shojo çok şaşkındır, adeta buz kesmiştir…)

Shojo: …SON.

(Shojo öylece kalır…)

Boşluk

(Boşlukta uyanır, her yer bembeyazdır… Rimunu havale geçiren 5 yaşındaki zavallı bir çocuktan farksızdır…)

Rimunu: Her yer beyaz… Ne deri sayfalar var artık ne takunyalar… Ne çubukla pilav yiyebiliyorum ne zamanı durdurabiliyorum… Bir kılıcım olsa, olsa… Olsa… Olsa… Olabilecek en kötü şeyleri gösterirdim içimden. Sonra akardı koşuşturmadan, soruşturmaya… Ve tabuları yıkan olacaktır! Adı Küçük Buda… Budaa! Budaa! Gel canım! Gel yürü benimle! Buda hadi hızlı olalım! Buda biraz koşalım! Benim Küçük Buda’m “a” de bakayım? -Aaa?!- Aferin! Şimdi de “at” de! -Aat!- Bardağı tut! Buğusuna bak! Bak kim var orada? Hıh? Hah hah hah hah haah hah haaa!… Fırtına dindi, ey yalnızlık sıra kimde?! Hiçlik?!…

Hiçlik: Eh eh eh eh! Doğrusu tek kuralımı bozdum. Daha doğrusu olmayanı… Beni ne görür, ne duyar, ne de hissedersin. Ne kadar dibinde olsam da?… Yasak meyveyi yemiş olanın aksine -Kendisi zavallıdır.- daha az sevilir ve bilinirim.

Rimunu: Nedir bu, iç hesaplaşma mı?

Hiçlik: Onca zamandır bir hiçim… Şimdi sen varsın zavallı piçim…

Rimunu: Bu sahneler oynandı… Artık ışık yok, kapandı…

Hiçlik: Kendin söyledin! Hah hah ha!… Ne desen boş, nafile… Konuş, konuş… Konuş, o zaman…

Rimunu: Varım!…

Hiçlik: Hiçlik! Açıklayayım, sen yaşadığın yerdeki “D” sin. Orada “AD” iken, hiçsin tekken.

Rimunu: Ne?

Hiçlik: Oku!

Rimunu: Neyi?!

Hiçlik: Okuyamazsın, çünkü “D” sin!…

Rimunu: Seni hasta ruhlu, şizofren domuz! Hem bir bok demiyorsun, sen “…” sin diyorsun. Öncesinde de “Oku!” diyorsun… Senin burada konuşman bile varlığının kanıtı! Dangalak! Bu laf tanıdık, ağır gelmemeli. Bana anlamıyormuşum işareti yapma! Gayet açığım algıda! Keserle baltayı ayırırım… Keser zaten keser ama balta sonradan keser. Önemli olan kavramaktır, sonra erekler eser… Bırak gideyim…

Hiçlik: Yine geleceksin! Çelişkilerin başladı bile!…

Rimunu: Yerinde olsam… Bir daha karşılaşmamayı dilerdim…

(Yere iner, cadı karşısındadır…)

Hiçlik: Dilerdim, dilerdim, dilerdim, dilerdim, dilerdim, dilerdim…

Kapı

Shojo: Neredesin! Buraya gel! Hava iyice soğudu! Güneş hiç bu kadar soğumamıştı! Bu cadı ya ölümümüz olacak, ya çıkışımız… Büyü yaparken ona dokunmak bir yana, yaklaşmak dahi, Tanrı ile tanışmana yeter… Kendisini neyle itaf eder bilmem. Ben sopasını keselim, geri kalanını kelebeklere yem edelim derim…

Rimunu: Yeşil, ölü parıltısıyla diğer ucube karının yanına gömelim ve sayfalarını kapatalım derim!…

Shojo: Şş… Sessiz ol!…

Rimunu: Duymamalı!…

Büyük Cadı: Igos dad! Huzuuu damaa! Relalala! Vatkomdat…

Ramyan: Ben geldim, acele etmeliyiz! Yoksa çok geç olacak!

Rimunu: Ne için?

Shojo: Ne için?

(Cadı büyüsünü bitirip, arkasına dönerek Kara Kapı’yı açar. Filizlenen yeşil sarmaşıkların kilit açma sesleri cırcır böceklerinin sessiz çığlıklarına karışır… Cadı kapıdan tam girip kaçacakken, dona kalır… Ve birden geriye doğru muhteşem bir güç tarafından çekilir ve kaybolur…)

Ramyan: Bizden başkası yok! Herkes, ama herkesi aldı!… Önden gir kapıya Rimunu!

(Hiçlik Fırtınası başlar…)

Rimunu: Bu nedir böyle? Ya bu Kapı?…

Shojo: Ak diyarlardan gelmiş… Ak Turan! Huzurlarınızda! Koşun! Koş! Koş! Koş! Rimunu üzgünüm…

(Önden Rimunu girer, Ramyan ve Shojo giremeden kilitlenirler… Geriye kalan Rimunu şoke olmuştur ama Kapı kapanır…)

Rimunu: Hayııır!…

(Önünden çıkan şeffaf, sonra beyazlaşan oku gören Shojo, çılgınca döner. Ramyan yere yığılır… Shojo ardına baktığında kamaşan gözlerine inanamaz… Ama bu O’dur…)

Ak Turan: Evet, dediği doğru! Üçümüz kaldık… Her anlamda… Ben güneşin tek hâkimi, unuttuysam kafamı keseyim, intikamım acı olacak diye… Kanatlarımı koparıp beni silen sen, Shojo, son sözün nedir? Lakin hava soğuk, üşüyorsundur sen!

Shojo: Högzido! Sana değer verdim! Sırtlandın, aslan mı oldun?!…

(Tüm oku çıkarır, çılgınca savurur ve konuşur…)

Shojo: Eğer bu bir sonsa, işte SON!

(Doğudan ve batıdan iki kılıç gelir ve onları kavrar Shojo…)

Högzido: Cık! Cık! Cık! Cık! Cık! Ya kuzey?… Ya güney?… Ha?…

Shojo: Artık yok! Kes sesini!

Högzido: Ele geçen yerler Hiçlik’le boğuşuyor… Aslında boşa gayret ediyor Doğa!… Gücü var, ama yaşayanlar, üzerinde yaşayanlarda iş yok! İnançları var, ya da yok! Bu sonucu değiştirmez… Bitiş düdüğü elimde ama… İşte! Bu! Bir! SON!

(Kuzey ve güneyden birer kanat gelir ve Högzido’da birleşir. Oklarını alan Högzido gerilir. Shojo’da son yolculuğuna hazırlanır…)

Shojo: Senin amacın ne? Högzido: Zamanım çok!

(Ön ayaklarını yere vurur. O anda Shojo, Ramyan’ı yere bıraktığı gibi, dalar…)

Shojo: Kudret! Avigien Mane Zaag!

(Högzido’yu göğsünden vurur. Högzido sürekli kan kaybediyordur. Beyaz kan…) Högzido: Hala güçlüsün… (Yere yığılır…)

Shojo: Kalk ayağa! Hala ölmedin!

(Kalkmayınca kafasını kesme çalışır, ama Högzido kanatlanıp uçar.)

Högzido: Hep dedim! Hep dedim! Güneş ısıtmaz, soğutur diye! Sana güneşi getirdim Ey Gazi!

(Shojo’yu kapar ve havaya atar. Yükseklere… Shojo havada kendni toparlar ve çok hızlı şekilde kendini yere, Högzido’ya savurur. Çift kılıyla, kollarını iki yana açar ve bir pervane gibi dönerek aşağı düşer.)

Shojo: Ama ben senden sadece Güneş’i göstermeni istedim! Aldıklarını bırakıp yit!

(Högzido’ya çarpar, ama arka toynaklarıyla karşılık verir Högzido.) Högzido: Aaah! (Arka bacakları kopar.)

Högzido: Hala 2 tane bacağım var! Onlar benimle gelecek! Gelecek benimle, onlar!…

(Högzido düşer ve Shojo ölüm büyüsüyle onu yok eder. Ardından Ramyan’ı kaldırır.)

Shojo: Gelecek Hiçlik değil! Var olandır! Ve yapılanla, yapılacak olandır! Kudret ise mirastır. Sen mirasına göz diktin Çatalkuyruk…

Kara Labirent

(Ardı ardına karanlık orman otlarının dalları arasında ilerleyen Rimunu sanki bir ses duyar gibi olup arkasına döner.)

Rimunu: Kimsin?! Çık ortaya! Ya Fini’yi ver! Ya da ben onu alırım!

(Kara bir labirentte olduğunu anlar. Alan çok daralmıştır…)

Rimunu: Amacın ne?! Ha?! Ne bu?! Son mu?!

(Birden tüm labirent kapanır ve daracık bir alanda sıkışır Rimunu, gökyüzünü hiç göremez…)

 Rimunu: Daha değil!… Söylemeyeceğim!… Bana diretemezsin!… Değil!… Bitmedi!… Hala konuşulacak şeyler var!… Ya aç yolumu, ver bana Fini’yi, ya da!…

(Tok bir ses…)

Ses: Ya da ne?!…

Rimunu: Miganza!…

(Aniden tam önündeki dallar ayrılarak Fini’nin bulunduğu küçük ağaç görünür. Fini, yemyeşil deriye bürünmüş, adeta zehirlenmiştir. Başında boynuza benzer kemikten bir yapı omuzlarından, göğüslerine ve tüm vücuduna dağılmıştır. Bu Fini’nin son bakışıdır… Sadece gözünden tanıyan Fini’yi, Rimunu yıkılır. Gözleri dolmuş ve yaşlanmış Fini ise tek ve sessiz çığlığını çoktan atmıştır bile… -SON-)

Belirsiz

Rimunu: Hesaplaşma istiyorum! Evet! Hesaplaşma istiyorum! Miganza!…

(Yeter! Sus! Bağırmayı kes… Onu bana ver… Yalnızca bana, tamam mı? Nasıl edindin, algılaması güç, ama?… Ver onu bana!)

Rimunu: Bunu alman için hak etmen lazım… Ahaa… Çook eğlenceli… Bana Fini’yi ver geri zekâlı! Onu öldürmek zorunda mıydın ha?! Seni kara lanet!

(Laflarına dikkat et! Ver onu bana, yavaşça… Konuşalım…)

Rimunu: Evet!… Evet, konuşacağız. Ama önce… Bu kitabı yırtacağım!

(Haayıır! Bunu sakın yapma!)

Rimunu: Gel öyleyse, in buraya. Ya da…

(Ya da ne… Ya da ne… Ya da ne?)

Rimunu: Gördün mü şapşal! Şimdiden başladın bile! Hah hah hah ha!…

(Ne saçmalıyorsun?!)

Rimunu: Yeter! Sus! Bağırmayı kes… Onu bana ver… Yalnızca bana, tamam mı? Nasıl edindin, algılaması güç ama?… Ver onu bana!

Anlatıcı: Tamam…

Rimunu: Başa al her şeyi ve sözü bana bırak, yalnızca bana!…

Rav

(Rav’a düşmemden çok uzun zaman geçmemişti. Kayıkçı ve Gandie adlı varlıkla oyalanıyordum…)

Rimunu: Geri çekil! Gandie: Aa, hadi canım… Biraz eğlenebiliriz… Hadi, öp beni…

(Gandie çok cilveliydi, artık bekleyecek vaktim yoktu ve hemen Fini’ye ulaşmalıydım…)

Rimunu: Tamam.

(Onu öptüm…)

Gandie: Aaa… Beni hayal kırıklığına uğrattın. Hiç ateşli değilsin. Beni bir daha öp. Aşkını bul… Ve buradan kurtul… Ve unutma, aşk köprü kurmaktır. Fakat senin daha işin var diğerleri gibi… Köprü kuracağın yere, duvar örüyorsun ha bire, Bu yüzden de yalnız kalıyorsun. Aslında buna da mahkûmsun…

Rimunu: Tabi… Tabi…

Gandie: Oov, Rimunu… Sen başka her kadını elde edebilirsin…

(Gülümsüyordu, dar vaktime rağmen planlamıştım tavrımı. Lakin pek bir etkilenmiştim… Efsunlu olması da içten bile değildi. İlk vakit kaybım…)

Rimunu: Evet! Nedeni bu… Başka her kadını elde edebilirim…

(Sanırım kendimi yine kaybediyordum… Suratını ekşitmişti Gandie ve şamarı atacakmış gibiydi, bütün kaslarım kasılmışken…)

Gandie: Sana inanamıyorum!

(Hayal kırıklığına uğramış gibi bakıyordu. Sarı saçlarını topladı. Boynuna kadar uzanan, buğday sarısıydı bunlar… Mavi gözleri ile çok etkin biri olduğu kesindi…)

Gandie: Oysa, oysa Rimunu… Oysa aşk, bir kadının tüm yaşam öyküsüdür.

(Bana gülümsüyordu, sonra aniden tavrını değiştirdi.)

Gandie: Erkeğin ise yalnızca serüvenidir!

(İlk kez o anda yutkundum. Onu lavlara itemezdim, çünkü… Çünkü… Çünkü kayıkçıya güvenmiyordum. Ya onu vurmazsa diye kendimi yiyip bitiriyordum. Çünkü Gandie’yi öptüğümde, onu vurmamıştı ve anladım ki kaderi, orada farklı bir yola sokmuştum…)

Kayıkçı: Gandie?

Gandie: Hmm?

Kayıkçı: Gandie?

(Sessizce bağırarak, kayıkçıya döndü.)

Gandie: Ne var?

Kayıkçı: Geliyor…

(O sırada neler olduğunun farkında bile değildim ve kendimi kaptırmıştım.)

Rimunu: Ama ruhsuz dediğin erkek ırkı, kadınlara o kadar değer verir ki, onların ilk aşkı olmak ister!

(Şaşırmıştı Gandie, kayıkçının tavrından durumu anladı…)

Gandie: Kim geliyor? Nee?

(Kayıkçıdan sonra yine bana döndü.)

Gandie: Ama kadınlarda erkeklerin son aşkı olmak ister!

(Şaşırmıştı Gandie, kayıkçının tavrından durumu anladı…)

Gandie: Ha? Ve…

(Sessizce bana söylendi…)

Gandie: Görünüşe göre, Finin’ciğinin son aşkı olacaksın.

(Yeraltında garip bir sarsıntı yaşadık. Arkamızdaki duvar birden ufalandı ve kuma dönüşerek lavlara doğru döküldü. Duvarda boylu boyunca yıkılan yerdeki yarıktan köpek suratlı bir yaratık çıkagelmişti. Sanırım bu bir çakaldı… Tabi, çok geç olmadan bir yeraltı tanrısıyla karşı karşıya olduğumu anladım. Bu, asasından da anlaşılacağı gibi Anubis’ti. Gandie, Anubis geldiği gibi iğrenç bir varlığa büründü, soyutlanıp gandie yanılsamasından sıyrılarak… Kayıkçı kayığından indi… Anubis asasını yere vurarak yarığı kapattı, oluşan gizli taş kapakla… Sonra Gandie’nin anlayacağı bir dilde konuşlu?…)

Anubis: Huu Van Nag, Zatelug Ari Sha Man!

Gandie: Sodol Umakaie!

(Korkarak bana dönmüştü Gandie.)

Gandie: Sen, ölü değil misin?

(O anda içimde bir şeyler hissetmiştim. Gerçekten içten ve dağılgan, garipti.)

Rimunu: Söyle şu ölü bekçisine, güzellikle veya zorla gideceğim. İşimi bozmayın!

(Anubis bana yöneldi. Çok korkutucu biçimde sivri gözlerini dikti bana ve azgın dişleriyle hırlayarak konuştu…)

Anubis: Uj Ad Ak?

Gandie: Sozak Ed.

Rimunu: Ne diyor?… Söylesene! Ne diyor bu it?!

(O zaman gerçekten Tanrı olmuştu… Hızla bana döndü. O dehşet asasıyla beni havada asılı tuttu.)

Anubis: Seni deli adam! Burası Ölüler Diyarı’dır! Ben, tüm yeraltının tanrısı, Anubis! Hrr! Seni neden azad edeyim?! Uyurgezer!

(Çok zorlanıyordum… Konuşurken bile…)

Rimunu: Bırak beni. Fini’yi bulacağım.

Anubis: Ben ki, kayıp ruhların rehberi, Anubis! Neden seni azad edeyim!

(Balıkçı’dan… Uff!… Kayıkçı’dan yardım isteyemiyordum. Zaten ne yapabilirdi ki. Ya da Gandie, kendi zaten düşman…)

Anubis: Onlardan mı yardım bekliyorsun? Onlar yardım edemez, bense etmem!…

(Artık kumara başlamıştım…)

Rimunu: Hatadan mı korkuyorsun? Yoksa Ak Turan’dan mı?…

Anubis: Honu Baga Agaza!

(Yere asasını öyle bir vurdu ki… Gözümü açmamla beni yere yapıştırması bir oldu.)

Gandie: Oli Las Dagaide!

(Sinirlenen Anubis, Gandie’yi öldürdü onu lavlara yollayarak…)

Kayıkçı: Oo, hayır…

Anubis: Sen ki, kendini Horus sanan dangalak!… Büyük adamların hataları güneş tutulmasına benzer… Onları herkes görür… Senin güneşin çoktan düştü ve söndü…

Rimunu: Beni, Fini ile yalnız bırak… Bırak beni… Yoksa seni öldürürüm.

Anubis: İçindeki büyük kudreti hissettim. Ve gittikçe artıyor… Bu düşündürücü… O! Şimdi ölüyor…

Rimunu: Ne? Hayır! Ona götürün beni!

Anubis: Öldü bile… Hıh hıh hıh! Ne?! Unalaguz Bud, Shugad Arz!

(Anubis’in birden rengi atmıştı…)

Anubis: Çevirdiğin dolaplar yüzünden bir ölümün ruhunu alamıyorum. Esir alınmış! Alıkonulmuş!…

Rimunu: Beni iyi dinle… Beni çok iyi dinle!…

Anubis: Kimi tehdit ediyorsun sen?! Öldürmem diye seni yaralayamam mı sandın? Seni oraya yolluyorum! Okyanus’un dibine, Afred’e!

(Tüm yeri yararak, beni oraya yolladı. Suyun içindeydim, fakat nefes almıyordum. Bundan da hiç rahatsız olmamıştım. Işıl ışıl parıldayan, yeşil, büyük bir küre vardı… Bir baloncuk… İçinden geçtiğimde, inanamıştım. Burası bambaşka bir dünyaydı. Karşımda garip bir yaratık vardı, yine… Asasından tanımıştım… Bu da Amathaunta’ydı… Okyanus Tanrıçası…)

Afred

Amathaunta: Ne istiyorsun yabancı?

(İki kolumu açıp, görünmeyenlerin omuzlarına kollarımı attım?)

Rimunu: Nun!… Ve Naunet!… Hehehe! Boşa ekuri olmadık ha?

Amathaunta: Bu saçmalıklar nedir, yabancı? Sabır taşı değilim…

Rimunu: Dediğiniz gibi ekurilerim, burası epeyce değişmiş ha? Bizim, özellikle de sizin tanınmamanız, güzel bir karşılama olmaması, gayet kötü… Acaba diyorum, şu kelime, yo yo cümle doğru mu diye?… “Kıyafetleriyle ağırlanıp, düşünceleriyle uğurlanan bir yer burası.” Evet, görünüşe bakılırsa ekuriler, bu doğru! Fini nerede seni lanet tanrıça?!

Amathaunta: Onu saklamak istedi, Kraliçe Aspinza… Geldiğin gibi gitti… Şimdi, defol!

(Aynen geldiğim gibi Rav’da buldum kendimi, asalak bir rüya gibi Anubis’in karşısında…)

Anubis: Sürtük! Onu bul… Şimdi git…

(Kayığa atlayıp kayıkçıyla yola çıktık. 12 saatliğine beni ölü yapmayı unutmadı kayıkçı… Kayıktayken aklıma gelmişti, deniz diyarında bir şey benim hafızamı silmiş olmalıydı… Sanki Fini’yi orada görmüştüm. Ama bir kopuklukta yok değildi…)

Kayık

Rimunu: Beni anlıyorsun, değil mi?

Kayıkçı: Bazen, Rimunu, inanmak sahip olduğun tek şeydir…

(Sanırım sonra uykuya daldım. Uyandığımda ise kayık sallanıyordu.)

Adrazgaman: Beni ne hakla rahatsız edersiniz?

(Kayıkçı tam ona ateş edecekken onu durdurdum. Neyse ki cin ne olduğunu anlamadı. Onun kulağına su tanrısının beni yolladığını fısıldadım eski mısır diliyle… Fakat bunu nerden gördüğümü, nasıl duyduğumu, niçin öğrendiğimi ve ne zaman uyguladığımı anımsayamadım…)

Rimunu: Aospan Aguz, Raspaazaad Shu Ma Nun…

(Cin sessizce suya gömüldü. Sonra aniden Hedoora adlı peri canlandı suda ve belirdi.)

Hedoora: Ahh! Sevgili dostlar!… Dileyin benden ne dilerseniz. Ben dilek periniz…

Rimunu: İşimiz var. Gitmeliyiz…

(Oradan hızla ayrıldık. Köprüden geçtiğimde, dilenci adamı fark ettim. Bir yerlerde karşılaşmış olmalıydık onla, ya da ben öyle zannettim…)

Hedoora: Ne?

Köprü

Ak Turan: Kimsin sen?!

Dilenci: Önce sen kendini tanıt ki sevgili dostum, sonra ben bahşedeyim sana beni…

Ak Turan: Yoluma çıkma sakın!

Dilenci: Şahlan köprüm! Buradan asla geçemezsin!

Adrazgaman: Ben Adrazgaman!

Hedoora: Ben Hedoora, buna engeliz!

Ak Turan: Köprüyü kaldırıp, duvar örmeniz çözüm değil!

Adrazgaman: Aaah! Hedoora: Aaah!

Ak Turan: Geri çekil!

Dilenci: Şahlan köprüm!

Ak Turan: Aa! Kaçarsın tabi…

Farklı Boyut

Dilenci: Anlaşılan bir şeyler değişti… Sayende…

Rimunu: Kimsin sen?

Dilenci: Fini’yi tanıdım… Gözlerinde ümit görüyorum, olması gereken irade yok! İraden yoksa küçüksün…

Rimunu: Nereden tanıyorsun onu? Dilenci: Fırtına da gemideydik… Sonrası çok karışık… Ben de açıklayamıyorum… İntikamcı görünüyorsun Rimunu… Bu tehlikeli! Adaleti…

Rimunu: Adaleti sağlayacağım! İntikamım acı olacak! Birileri çok feci ceza görecek!

(Kendimi kaybediyordum ki, o yardım etti ve benimle konuştu.)

Dilenci: Adalet uyum içindir, intikamsa sadece kendini iyi hissettirir. Rimunu, öfkene hâkim olmalısın. Güçsüz…

Rimunu: Güçsüzüm! Eskilerin aksine hiçbir aktifliğim yok!

Dilenci: Tecrübe Rimunu! Tecrübe hiçbir şeydir! İrade her şeydir. Şu haline bak. Dinini reddeden peygamberden farksızsın!

Rimunu: O ne demek öyle?

Dilenci: Saçma? Değil mi? Bu bir benzetme, Rimunu. İnanılmaz derecede cahilsin. Tabi… Cehalet mutluluktur…

Rimunu: Hayır!

Dilenci: Tabi ki hayır! Dahi olman lazımdı burada!… Cehaletle deha arasındaki gerçek fark nedir bilir misin Rimunu?

Dilenci: Deha’nın sınırları vardır, ama cehaletin hiçbir sınırı yoktur. Gömülüyorsun Rimunu! Gittikçe… Ardına ödül avcıları bile takıldı! Dört bacaklı ve geyik kafalı! Tanırsın, en tehlikelisi o! Ak Turan’ın gözetimindesin, haberin olsun. “Gitsem nereye kadar, dönsem neye yarar?” deme artık! Karanlığı lanetlemektense, bir meşale yak! Boş zaman yok Rimunu! Boşa geçen zaman var!

Rimunu: Haklısın!

Dilenci: Rimunu, bizler aynı rüyanın çocuklarıyız… Hayallerini gerçek kılmak istiyorsan, önce uyanmalısın…

Rimunu: Ne?

Dilenci: Rimunu, seni gerizekalı! O uyuyor! Kişilik çatışman tamamen huzurlarımızda… Gözler önünde…

(Dilenci birden güçsüzleşip çömeldi ve zorla ayağa kalktı. O sürede sürekli bir şeyler anımsıyordum…)

Dilenci: Senin üç kişiliğin var Rimunu. Ortaya çıkardığın…

Rimunu: Bunu okumuştum…

Dilenci: Sahip olduğun…

Rimunu: Ve duymuştum…

Dilenci: Sahip olduğunu sandığın…

Rimunu: Ve de… Şoke oldum!…

Dilenci: Her insanda olduğu gibi…

Rimunu: Her insanda olduğu gibi?…

Dilenci: Her insanda olduğu gibi, kötümserlik yalnızca tüneli gösterir, iyimserlik tünelin sonundaki ışığı gösterirken, gerçekçilik ise tünelle birlikte ışığı ve gelecek treni gösterir. Eğer benimsersen, göstermekle kalmaz, görürsün kendi gözlerinle…

Rimunu: Anladıysam arap olayım… Peki, ne yapmalıyım?

(Dilenci son kez konuşunca, boğazından gizli güçler sıkarak onu öldürdü.)

Dilenci: Anladın.

(Sonra ayağa kalktı, değişmişti… Bu yüzden ona 2. Dilenci demek daha doğru olur…)

2. Dilenci: Hey, hey! Rimunu, kafası karışık adam!

Rimunu: Kimsin sen?! Ne yaptın ona?!

2. Dilenci: Dostum, bana kulak ver, aynen sol duyun gibi…

Rimunu: Sen delisin!

2. Dilenci: Sevgili, zavallım! Unutkanlar şanslıdır, hatalarından sorumlu olmazlar… Hey, hey! Bu çok zevkli olmaz mı ha? Bak, bak bırak, olan olsun. Benimle gel! Sana yolu gösteririm. Güvenli bir yerde bekleriz… Unutma! Beklemesini bilenin, her şey ayağına gelir. Ve sana bir vaadim de var! Eğer benimle gelirsen, onu kurtarabilirsin Rimunu… Emin ol…

Rimunu: Senli veya sensiz onu bulacağım!

2. Dilenci: Diyelim ki onu buldun?… Yetişemezsen?…

(Teslim olmuştum bir kere, artık ne el tutabiliyordu omzumdan ne de ağlar dağlıyordu sırtımı… Beni yılan tanrıçasına götürdüğünü sanıyorum…)

Edjo: Gel…

(Beni yanına çağırdı…)

Edjo: Al…

(Bana bir şey verdi…)

Edjo: Git…

(Oradan birden ayrıldık ve…)

2. Dilenci: Buyurun yılan hazretleri, tanrının dilini seçin…

(Önümde eğilen dilenci bana yol gösteriyordu, bir kapıya doğru… Artık ne köprü vardı, ne de başka bir şey…)

2. Dilenci: Artık düşmanlarını yeniden belirleme vaktin geldi… Şimdi dinlen…

(Sonra bir şey oldu, uyudum?…)

Rüyam

(Evet, bu imkânsız olmalıydı, fakat orada olmak inanılır gibi değildi…)

Rimunu: Nerdeyim ben?!

(Karanlık bir uçurumdan düşüyordum çukura, sonra zifiri bir ine girdim. Bir güç tarafından çekiliyordum. Etraf bulanıklaşıyordu. Sonra karanlık dallar ve otlardan oluşan bir yerde buldum kendimi… Fini! Hızla, ona ulaşmak istiyordum ve ona koştum, fakat yerdeki derin köklerin dibinden yukarılara kadar uzanan bir duvar olduğunu fark ettim. Bu camdan bir kilit gibiydi. Fini bana döndüğünde çok garip olmuştum. Sanki yüreğime şırıngayla zehir aşılıyorlardı… Fini ise kulağımdaki fısıltıları ile olanca gücüyle beynimde yeni bir ağaç yetiştiriyordu.)

Fini: Rimunu, yardım et…

Rimunu: Tamam bebeğim! Sakin ol. Bir çaresini bulacağım.

(Bana bakışı değişmişti, garipsiyordu…)

Fini: Rimunu…

(Gözleri dolmuştu, o an mahvoldum ve içimde bir şey kıpırdadı, sanki saatli bomba?…)

Rimunu: Kır şu cam örgüyü Roan!

(Delicesine vuruyordum, lakin her çaba sarf edişimde yumruklarım daha da zayıflıyor, mum gibi eriyordu ve kıkırdaklarımı görür hale geliyordum. Beni bir süre izleyen Fini bana baktı ve durdurdu.)

Fini: Dur. Yardım et Rimunu, aşkım… Beni kaçırdılar… Bir mezara koydular…

(Bakışları bomboş olmuştu…)

Fini: Orada, orada ölümü gördüm, tüm geçmişimi…

Rimunu: Hayır bebeğim, bitti artık, bitti.

(Cama tüm gücümle ve her seferinde daha sert vurmaya başladım. Aniden Fini’nin bulunduğu yer suyla dolmaya başladı. O tarafta ki bir fırtınaydı… Cam titriyordu artık yumruklarımla…)

Fini: Ve benden bir şey aldılar…

(Bana karnını gösteriyordu ve dikişleri gördüğümde, Fini’deki bakışları, onun narin gülüşünün gidişini hissedince, cama ne yaptım bilmiyorum, fakat son yumruğumda çatlamıştı. Fini boynuna kadar su altındaydı. Ben, ben değildim…)

Rimunu: Haayııır!…

(Aniden uyandım, 2. Dilenci beni ayağa kaldırdı…)

Farklı Boyut

2. Dilenci: Kalk ayağa, Shao-Leen geldi… Şşş… Ormanda gizlendiği ve vaktini beklediği söylenir…

Rimunu: Ödül avcısı mı?

2. Dilenci: Ee… Evet, hadi gidelim.

Rimunu: Tamam… Neden onun işini sen bitirmiyorsun? Belki böylece bende sana inanırım.

(Kendimi çok zor tutuyordum. Bana çok imalı baktı ve diğer boyuta geçti.)

2. Dilenci: Tamam?…

(Geldiğinde ben çoktan gizlenmiştim otların arasına… Farklı bir ormandı burası, türküler şakıyan çimenler ve ıslık çalan oklava ağaçlarından eser yoktu…)

Rimunu: Al bakalım!

(Elime geçirdiğim küçük bir kaya parçasıyla kafasına çok sert vurarak onu yere yığdım.)

2. Dilenci: Aaah! Hain!… Ben sadece kabuğum, oysa ki asıl yara hala deşilmekte!… Hah ha ha ha…

(O öldüğünde birden boyut değiştirdim. Shao-Leen adlı lanet samuray yerde yatıyordu, ölüydü besbelli…)

Bilinmeyen Yer Fini: Rimunu! Hayır! Buradayım! Gitme!

(Kara boyuttadır. Rimunu’yu görebilir, ama Rimunu onu göremez. Büyülü şeffaf cama vurması anlamsızdır. Çünkü orayı geçemez. Yeni yaratılan bir bebek gibi çıplaktır Fini… Büyük aynanın döşemeleri gibi oradaki 2 ibliste, nöbetçileridir Fini’nin, camın 2 yanında duran…)

1. İblis: Yeter, direnme boşuna. Kıramazsın o camı…

2. İblis: Bırak! Kız bizi duyamaz, aynı oğlanın kızı göremeyeceği gibi…

(Fini camı kırar, ama öte yana geçemez…)

1. İblis: Oo! Hayır!

2. İblis: Bırak! Bizi duyamaz! Oğlanın kızı göremeyeceği gibi…

Orman

(O an bir şey duymuştum sanki… Fini’nin çığlığı… Orada öylece bekledim, sanki biri gelirmişçesine… Bir umuttu belki bu, ya da bir istekti bana ait… Aniden ayak bileğimde bir el hissettim bir an. Shao-Leen ölmemişti… Ben ona saldırmadan konuştu…)

Rimunu: Ölmedin?…

Shao-Leen: Evlat, şeytanla dans edersen, şeytan değişmez, seni değiştirir…

(Aniden alnıma bir kıymık soktu ve öldü…)

Rimunu: Aaaaah!…

Bilinmeyen Yer

1. İblis: Adam onu duydu!

2. İblis: Nasıl olur?

1. İblis: Şaz Vak!

2. İblis: Şaz Vak!

(Fini’yi lanetleyerek karanlığa yollarlar…)

1. İblis: Aferin! Demiştim sana!…

(1. İblis, 2. İblise kafa atar ve aralarında kavga başlar…)

Karanlık

(Kromozomlarına ayrılmış Fini sadece kafasıyla kalakalmış durumda, fırtına denizini tekrar oluşturur. Boşlukta beyninin etrafında, uzaklarda bir kapı belirir. Çıkışı bulmuştur.)

Fini: Yalanı gerçekle karıştırıp sana teslim ediyorlar… Sonra yavruyu senden alıp besliyorlar… Son olarak ta kendi yavruna seni kurban ediyorlar. Hiçlik her yerde…

Orman

Rimunu: Hiçlik her yerde…

(Shao-Leen’in dibine çöküp kalmıştım öylece, sanki birisi gelecek gibiydi…)

Rimunu: Evet, anlıyorum. Şimdi seni duyabiliyorum. Bu düş, sadece bir düş değil. Kapı? Açıldı! Şimdi seni görebiliyorum! Haa? Haa? Finiii!…

Shao-Leen: Evlat…

(Rahip hala ölmemişti, yanına gitmem gerektiğini hissettim. İnanamamıştım…)

Rimunu: Sen?

(O, aslında dilencinin ta kendisiydi…)

Shao-Leen: Aferin evlat. Son bir şey… Bilmeyen ve bilmediğini bilmeyen bir aptaldır, ondan sakın. Bilmeyen ve bilmediğini bilen bir öğrencidir, ona öğret. Bilen ve bildiğini bilmeyen uykudadır, (Kolumu sıkmıştı…) onu uyandır. Bilen ve bildiğini bilen akıllıdır, onu izle… (ve yok oldu.)

Rimunu: Anladım.

(Yerde Shao-Leen’in kumaştan çantasını fark etmiştim, içi barut doluydu. Onu aldım ve kapıya yöneldim.)

Rimunu: Tanrım! Değiştirilebilecek şeyleri değiştirebilmem için bana güç ver, değişemeyecek şeyleri kabullenebilmem için sabır ver ve bu ikisini ayırt edebilmem için bana akıl ver…

(O an anlamıştım. İki dilencinin de ortak olduğu tek noktayı… Tanrı’nın dilini seçtim, bildiğini bildiği için…)

Karanlık

(Kapıdan girdiğimde yalnızca bir düşünceydim ve bir dakika içerisinde Fini’yi ikna etmeliydim…)

Rimunu: Fini…

Fini: Kimsiniz?

(Çok hassas, olabildiğince panik bir durumdaydı.)

Rimunu: Dediğin gibi oyuncaklar sadece biblo değildi, biblolarda sadece oyuncak değildi. Gidişim ve gelişim kolay olmuştu, ama anladım ki şansmış. Çünkü şimdi kaybedeceğim birisi var. Sen… Olsun veya olmasın, hep ne demişti? “Neden düşeriz, kalkmayı becerebilmek, öğrenebilmek için.” El’in işine karışılması ile kıyamet bekliyor olabilir bizi, fakat O’da bilir ki vazgeçmeyeceğiz. Kötüyse kötü, fakat kötülük değil burada olmamıza neden bu kötü serüven, canım benim… Hala zihnimizi boşalta dursunlar, yenileriz…

(Ruhumla ona seslendim…)

Rimunu: Fini…

(Fini zihnini boşaltmaya çalışıyordu…)

Rimunu: Evet, zihnini boşalt ve ağzını olabildiğince aç, ben böyle çıkarım. Eskiden gözlerimi kapatıp düşü dağıtmak gibi yeteneklerim vardı, artık biz onları değil onlar bizi hazmediyorlar… Hadi bebeğim…

(Büyüyü Fini bozduğu gibi eski camdan duvarın dibindeydi. Onu görüyordum. Kapıdan içeri daldım. Şeytan’a benzer süslemeler vardı 2 tane ve bana yöneliyorlardı. Yerde yığılı olan Fini’yi kollarımın arasına aldım ve kapıdan dışarı bıraktım. Ama kapı ben çıkamadan kapanmıştı. İblisler kendi dillerince konuşup duruyorlardı. Camı gördüğümde anladım, gideceğim yolu… Zeminin, havanın ve ayna yapısındaki cama bakınca bir çıkış olmalıydı diye düşündüm. İblisler kapıya uçarak açmaya çalışırken, tüm barutu salladım her yere. Hücre kadar küçük ama bir o kadar ırak yere… Cam kırıktı ve bir de ben vurduğumda parçalandı, bense dışarıdaydım artık. Tabi arkamda bir kıvılcım bırakarak… Rahibin çakmaktaşları yere çarptığın anda iblislerle o yer sadece sustu. Karanlığın dahilinde kalmış son aydınlık Fini kurtulmuş, kara boyutta geriye sadece bir ışıltı ve kükürt kokusu kalmıştı…)

Orman

Rimunu: Hadi bebeğim, gel. Hemen çıkmalıyız buradan.

Fini: Tamam Rimunu.

(Fini ile el ele giderken gerçeğe, arkamızdan büyük bir ışık vurmuştu önümüzde… Ak Turan ardımızdaydı…)

Ak Turan: Hiçbir yere gitmiyorsunuz…

Kara Orman Cadıları Diyarı

Aspinza: Cadılarım, her koldan bize saldırmaya gelenler var. Var olma savaşımızı burada verelim. Tüm Cadılar! Sizler alt yoldan gelecek iki orduya kucak açın, ben iblis ordularımla yabancı, uyurgezerleri bulmalıyım.

Başkan Cadı: Her cadı bir hak için mücadele etsin. Yaşlı Cadı’nın ruhu yanımızda olsun.

Diğerleri: Yanımızda olsun!

Belirsiz

Valerio: Bir elim çenemde, bir elim de belimde, bir kavalye itinasıyla dama işlemeli tabloyu inceleyen mekanik yapıyım ben. Daha doğrusu müzenin köşesindeki, dama kıyafetli, Valerio! Başka da bir şey yok!

Harpocrates Filosu Baş Gemisi

Amira: Rodolfo! Rodolfo, rotamızda bir orman göründü. Araştır bakalım, hala yaşayan var mı?

Rodolfo: Generalim, hiçbir yaşam belirtisi yok!

Amira: Buraya nereden düştük böyle? Oysa Mayısın 19’uydu tarih… Konsül izniyle yaşam sinyali almak için Z4 Kutup Kümesine hareketlenmiştik…

Rodolfo: Ama efendim meteor yağmuruna yakalanmıştık ve ağır hasar aldık.

Amira: Bakıyorum da şu an sapasağlam… Termik ısı kapakçıklarındaki sorun bile ortadan kalkmışa benziyor? Meczup’mu olduk ne?

Rodolfo: İkinci meteor akınından sonra moleküler bulutçuklarla baş başa kalmıştık. Yıldızlar kaybolmuştu ve her yeri yeşil ışımalar kaplamıştı.

Amira: Kara deliğin göbeğine geldiğimizi geç anlamıştık.

Rodolfo: Girdap bizi yuttu efendim…

Amira: Peki hangi akla hizmet, tüm hasarlar giderildi ve bu gezegende işimiz ne?

Rodolfo: Girdap bizi yuttuğu gibi…

Amira: Geri dönüşüm gibi de tükürdü… Evet!

Rodolfo: Evet! Gezegene üç gemi halinde düştük. AR-7 ve AR-9 buralarda bir yerde, kısa sinyaller alıyoruz. Kaptan Jarox! AR-7, Kaptan Jarox! Burası Harpocrates AR-1!

Amira: Ben General Amira, AR-9! AR-9, Kaptan Wanduunu, hemen cevap verin!

1. Sinyal: Burası AR-7, sizi duyuyoruz!…

2. Sinyal: AR-9 dinlemede, burası lanet bir yer!…

Kara Orman Cadıları Diyarı

Entel Cadı: Arkaaşlar gökyüzündekiler de ne?

1. Konu Mankeni Cadı: Bu bir kuş?!…

2. Konu Mankeni Cadı: Bu bir uçak?! Uçak ne be?…

3. Konu Mankeni Cadı: Bu bir kuyrukluyıldız?! Yıldızlar kayar dimi?

4. Konu Mankeni Cadı: Hayır bu Süpermen!

3. Konu Mankeni Cadı: Hassiktir len! Şimdi bir kafayı hak ettin. Al sana!

4. Konu Mankeni Cadı: Aaah! Asıl sen al şunu! Al sana, al sana…

Entel Cadı: Hu, hu! Selams! Yabancılar! Evet uzaklardan gelmişler… Uzaktan? Saldırın! Bunlar düşman! Ölüm kuşları bunlar!

2. Konu Mankeni Cadı: Sende düşündüğümü mü düşünüyorsun?

1. Konu Mankeni Cadı: Evet, evet, Süpermen’in arkasındaki bayrağı görüyor musun? Arka fonunda gökyüzünü lekelemiş yıldızlar. 47?…

2. Konu Mankeni Cadı: Evet 47! Hatta onun donu da aynı bayraktandır, donu da!…

Entel Cadı: Saldırın! Noluyo orda?!… Arkaaşlar uyumayalım! Ekşın! Ekşın!…

Harpocrates Filosu Baş Gemisi

Sinyal: Burası AR-7! Harpocrates! Burası AR-7, saldırı tehdidi var!…

Rodolfo: Kaptan Jarox, ne tehdidinden bahsediyorsunuz?! Burası temiz!…

Sinyal: Vurulduk!… Çok fazlalar, çok güçlüler, aaah!…

Amira: Parazitten anlaşılmıyor! Jarox! Kaptan Jarox, rapor ver! Sesimi duyuyorsan, konuş! Lanet olsun!

Sinyal: AR-9 dinlemede… Tanrım bunlarda ne? Saldırı pozisyonu alın! Ah!…

Amira: Bu bir oyun mu? Kim bunlar, kontrol et. Bağlantı kesilmiş mi?

Rodolfo: Sinyal yok, gemilerde yerde görülüyor. 500 metre sınırından düşürülmüş olmalılar. Buradan hemen kaçmalıyız.

Amira: Hep çocuk olmak istemişimdir…

Rodolfo: Gayzer kırıcılarını aktive ediyorum…

Harpocrates Sistemi: Gayzer Savunma Sistemi devreye girdi.

Rodolfo: Yolumuza çıkacak ne olursa olsun, direnebilmemizi sağlar. En azından fare gibi ölmeyiz.

Amira: O yıllarıma dönmek tek gayemdir…

Rodolfo: Sıra Azudre’de… Hadi kızım… Siz, iyi misiniz?…

Harpocrates Sistemi: Azudre Kalkanı devreye girdi… Tanımlanamayan, uçan cisimler tespit edildi…

Amira: Her şeyiyle beni seven mükemmel babam vardı… Her zaman ufka bakardık bahçemizden, batışında güneşin… Bana, hep, dünyaya bir şeyler bırakmamı söylerdi, böylece evrendeki yerimi bulacağımı öğütlerdi. Hehe, ilk kez ektiğim tohumu hiç unutmuyorum. Vişne ağacımın, fidan halini, büyüyüp serpilişini beraber izliyorduk. Ben “Neden daha çok meyve vermiyor ağacım?” dediğimde “Sen istersen olur.” diyordu. O hayal gücümle evimizi kocaman bir çileğe benzetip şaşırıyordum “Huaaa!” ve elime aldığım bir sürahi vişne suyuyla babamın karşısına dikilmem bir oluyordu. Bana gülümsemesiyle daha çok vişne için, daha çok meyve suyu ile suluyordum ağacımı…

Rodolfo: Vurulduk! Bu uçan şeylerde ne? Beyaz ışınlar, biyonik mızraklar atıyorlar… Ne yapıyorsunuz? Fırlatma koltuğu? Panele basmayın!

Amira: Beni bırak, kaderime gideyim. Doğru olan bu…

Rodolfo: Haayıır! Gemiyi kurtarabilirdim…

Harpocrates Sistemi: Sağ kapakçıktan ağır hasar alındı, gemiyi boşaltın… Azudre Kalkanı devre dışı…

Rodolfo: Aaaah!…

Orman

(Ve çan çaldı, zamanı geldi. Ak Turan arkamızda idi, Fini’yle benim. Ardıma baktığımda bana seslenişinin tonundan, tanıdık oluşunun rahatsız ediciliği, nefsimde bastıramadığım bir korkuya bürünmüştü. Evet! Dost bildiğim Shojo idi karşımda duran…)

Shojo: Nida-yı Taaccüb’ün bu demek?

Rimunu: Evet.

(Şaşkınlığımı, gözlerimdeki istemsiz korkuyu, bir kaçış yolu bellediğim sükûnetimle, adeta fırtınalı denize bir çarşaf gererek engel olmaya çabalıyordum. Shojo’nun ne kadar zeki bir yaratık olduğu belleğimde yer ettiydi, fakat ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi kestiremiyordum. Uçkuru sıkılmış bir peder gibi tedirgin vaziyette küçük Fini’min önüne geçtiğimi hala anımsıyorum.)

Shojo: Ve dar gelen kapılar açıldı Rimunu… Benimle gel. Beraber kendi ufkumuza gidelim. Bu rahip? Rimunu: Görüşmeyeli değişmişe benziyorsun.

(Lafı değiştirip, bir an önce dikkatini dağıtmalıydım, çünkü neler yapabileceğini zaten görmüştüm. Şu an ise bitik halde, zulme maruz kalacağımız apaçıktı. İçimdeki kudret sanki yok olup gitmişti. O azim, o hicivsel dil?… Ama bir an için gözüm aydınlanmaya başladı. Shojo, Ak Turan olduğu için kutsal melek gibi parlıyordu elbet, ancak bu farklıydı. İnsan, gözleriyle algıda seçiciliği konuşturur. üç boyutlu her âlemi mükemmelliyetiyle algılar. Ama bendeki değişken bu seçicilik neydi? Ufkun buhranından yırtınırcasına kaçmak istiyordum, ama ne çaba… Elim kolum bağlı idi, çünkü Fini’m yanımdaydı. Açıkça en küçük yanlışım geri dönülmez sonu hazır edecekti. Şu an inanılmaz olanı söylemek lazım diyorum. Parlayan beyaz teniyle Shojo, artık gözümün dibindeydi, sanki ayrılamamacasına buna koşullanmış, zorunluluğun getirdiği affedememezlik aynasında onu hapsetmiş, adeta vurmak üzere kilitlenmiştim. Etrafındaki köpüğü ayırt edebilmem ile farkındalığı yakalamam bir oluyordu. Kan ter içinde kalışım, kanımın derin amaçlar için gizli damarlarımda safari yapan kamikazeler gibi delicesine akmasına sırasını devir etmekte idi. Bunun yanında Fini’yi, ardından kendimi gözleyişim nihayetinde aynı ufka yol aldığımızı müjdelerken, nasıl bir ödül verildiğini gösteriyordu. Shao-Leen açmıştı son gözümü. Böyle olmalıydı. Kalkan perdeler gözlerimin önündeki, kimonosu Ay’ın yüzeyi kadar parlak Shojo’yu derinlemesine tanımamı sağladı. Kadim bir varlık oluşu Shojo’nun, onun aurasını görmemle bir kalem daha artmıştı. Evet, Fini’ciğim ve benimde azimli baloncuklarımız vardı. Enerjimiz varlığımızın da kanıtıydı, ne kadar farklı olsak ta… O ana kadar araştırmamın ne süre aktığını anlayamamıştım. Uykuya dalan birisinin o ara müzik dinlemekte oluşu gibi garipti… Bir tını bitmeden dalan uykuya çocuk, dalışından kalktığında tını aynen devam etmektedir. Aynen buydu benimki… Zamandan sıyrılmak için tüm çabasını boşaltıyordu azimli bütünüm. Kendimi ne kadar az tanıyormuşum meğer. Kendimi kontrol dahi edemiyordum. Gerçi kontrol küçümsenecek bir şey değildir ki… Artık son bakışlarımı göğe atarken, Shojo dillenmişti yine…)

Shojo: “Shao-Leen rahibi gibi öfke nedir bilmez.” Rimunu… Hala bana cevap getirmedin. Yoksa korkuyor musun? Hiçlik vuracak burayı da.

Rimunu: Yeter! Asil olduğun kadar küstahsın da! Niye, bunlar? Hiçlik’le yüzleşmem yetti. Yüzleştirilmem ne oluyor şimdi? Şaka mı bu? Shojo, seni bir kere yendim, gerekirse bir daha yenerim!

Shojo: Beni yenmedin, sadece kafamdaki ufak soru işaretini çözdün sen Rimunu. Ben sana tutkunum, gücüne, iffetine…

Rimunu: Sus be! Kahpe! Yine aynı bok olacak, değişmeyeceksin ki bu belli, gözlerimle algılayabiliyorum kalın çeperlerini… İşini bitirmem lazım.

(Shojo her ne kadar bilicimde tüm maddesiyle ve anti maddesiyle yer etse de benden daha üstündü. Bana savurdu kılıcını, aslında Fini’me idi niyeti. Bunu dalgalanan köpük inci dünyasından algılayabiliyordum. Sanki konuşmayan, fakat dudak okutan, hareket eden bir dil sahibi Shojo’nun anti haliydi, gerçi Anti Shojo değil, aksine yine o idi. Mutualist değil, birbirlerine bağımlı, afacan ruh ikizleri gibi. “Ne olabilir bu?” derken, içindeki fırtınaları görebiliyordum. Bu o olmalıydı. İçindeki dünyanın büyüklüğü olmalı bu aura gerçeği. Yine de Fini’yi koruma amacım ile ona sarılmamın devamında sırtımdan aldığım ağır yaraya engel olamadı. Yere hızsız, arsız düşüşüm arasında oraya gelen hafif ürpertiler hissediyordum. Bu sessiz kahkaham, sevgili Horus bozması Högzido’ya attığım, yerde acı çeken Rimunu kahkahasıydı. Çünkü biliyordum sonu.)

Fini: Haayıır! Ne yaptın ona kaltak?!

Shojo: Kontes! Kontesim diyeceksin bana! Uslu durursan seni köpeğim yaparım ya da ne yapacağımı düşünürüm.

Afistra: Ramyan, dur, sessiz ol. Çalılardan gördüğüm kadarıyla bu o.

Ramyan: Ak Turan…

Siyad: Kılıcına kurban olduğum Ulu Kralım Arud Lagan! Bu gerçekten o…

Shemadron: Aslında bakarsanız hiç yüz yüze gelmişliğim yok benim. Ama bugün, burada olacak…

Kayıkçı: Aman yavrum, dikkatli olun. Geriye kalan 27 askeri mevzilerine dağılmaları konusunda uyardım bile. Cadılardan zor kurtulduk. Tanrım ne kıyımdı…

Ramyan: Şimdi!

(“Alamet görür, adam olmuş,” gibi bildim gelenleri, bunlar Ramyan ve arkadaşlarıydı. Ama beni tanıyamazlardı çünkü ben önce tanımıştım onları.)

Shojo: Bu saçmalık ne? Boşa çaba! Efendileriniz öldü!

Shemadron: O zaman biz oluruz, Efendi…

Shojo: Sen? İhanet ve kibir en sevdiğim intikam amaçlarımdır.

(Artık yerde yatıyordum, gözlerim kapalı, fakat olan biteni tavan gözümle görüyordum… Gökten açılan 3. gözümdü bu elbet. Gayet basit… Bir o kadar anlatılması ve anlaşılması zor… Shojo iki kılıcını ellerinde paylaştırarak, savaşmaya hazır beklemekteydi. Shemadron ise ilk hamle ile saldırdı, o, son dönen…)

Shemadron: Haah!

Siyad: Geber Ak Turan! Dehşet maymunu!

Ramyan: Sürdüğün sefa bitsin! Öööl!

Fini: Kimsiniz siz?

Afistra: Açıklayacak fazla vakit yok tatlım. Miilaa Take Teyus!

(Sanırım başucumdaki Fini’nin içini biraz olsun rahatlatan Afistra, sersemletme büyüsü denemişti, lakin fayda etmedi. Anlaşılan doğa güçleri Shojo’ya etki etmezdi. Askerlerin ve diğerlerinin saldırılarına istemsizce, ama küçümseyici havasıyla karşılık veren Shojo, Balıkçı’nın, yani Kayıkçı’nın iri kurşununa maruz kalınca, odun büyüsü yaptı. İşleri zordu, aynen bizim ki gibi ve hala hışırtıların arasından gelenleri de hissedebiliyordum.)

Shojo: Fija Maks!

(Herkesi kaskatı kesen odun büyüsü ardından saldıracakken Afistra’nın sağlık ve geri tepme büyüsü ile sendeleyen Shojo bekledi gelenleri…)

Shemadron: Saldırın!

Ramyan: Saldırın!

Shojo: Figratta!

(Shojo beyaz ışın büyüsü yapmış olmalı, fakat ne olduğunu anlayamıyorum. Bildiğim tek şey olağandışı aydınlık…)

Aspinza: Aradıklarımızı bulduk…

Shojo: Ne işin var burada?! Geri çekil, senide mi alayım istiyorsun?

Aspinza: Saçmalama! Yalnızsın, nesin ki sen?

Shojo: Zehir büyüsü! Kimolzo Gada!

Aspinza: Aaah! Yeter, bu kadar! Zehrin bize etkisiz… Zuaden İkke!

Shojo: İa Gazat!

(Shojo ile Aspinza arasında kıvılcımlar çakarken, Shojo’nun bloke büyüsüyle aralarındaki kavgayı başlatan olmuştu. Başucumdaki Fini ne kadar engellemek istesem de bu son vakaya karışması an meselesiydi. Ramyan ve dostları kadim düşmanları Ak Turan’a azimle saldılar güçlerini…)

Shojo: Sakın bedelini ödeyemeyeceğin bir işe burnunu sokayım deme! Asıl sizler! Hepiniz yalnızsınız. Ooo, tanıdık bir yüz! Beni tanımazsın, Shemadron, en azından gözlerinle… Neden yalnızsınız, biliyor musunuz?

Shemadron: Kapa çeneni adi yosma!

Ramyan: Shemadron… Aralarına girmeyelim istersen…

Shojo: İyii! İyii! Devam et. Korkaklar gelmediler sizinle, değil mi? Geri kalan sizlerse korkmayan bir avuç karıncadan ibaretsiniz. Cesur savaşçılar ha? Hahaha! Korkak olduğunu bilmeyen herkes cesurdur zaten! Üzüldüm şimdi hepiniz için, küçük oyuncaklarım benim… Zayım Hurlam Kuraş! Hiçlik… Geliyor…

(Pervasızlığının son haddine ulaşan Shojo, ak aurasını güçlendirmişti bir şekilde. Gözüne ilk ilişene saldırmaya hazırlanıyordu besbelli. Nasıl oldu bilmiyorum, ama Kraliçe Aspinza, o çıban abidesi, ucube yaratıklarını Shojo’nun ve diğerlerinin üstlerine saldı. Ama duyduğum son hışırtı tedirgin ediciydi…)

Shojo: Aah! Defolun pis mahlûklar! Avigihen Mane Zaag!

(Shojo’nun, başına musallat olan kara iblislerden kudret büyüsüyle kurtulma gayreti boşa çabaydı şimdilik. O kadar kalabalık zifir hepimizin üstüne bir anda çökmüştü ki… Hangisini tercih ederdiniz? Annenizin katilini mi, yoksa sevdiğiniz kızın mı?)

Kayıkçı: Aaaaa!… Hey, Mariyaa!

Gandie: Şşş…

(Evet, sonunda Fini’mi de dibimden alıyorlardı, ucube şirretler, ölüyüm sanıp bana uğramayanlar… Gandie gelmişti, o sırada. Nasıl ölmediği anlaşılmazdı…)

Gandie: Es… Tu… Ma… Ti…

Kayıkçı: Ahh, aydınlık sardın etrafıma. Bu iyiliğin neden?

Gandie: Devam et…

(Kayıkçı’yı azamet kalkanıyla korumaya alan Gandie, ağır ağır bana, başucuma yaklaşıyordu. Ne kahverenginde pelerini, dirseklerine varan kıvırcık kahve saçları, bikinisi, korseli ve çelik korumalı gövdeliği, Zakkum Ejderi derisinden kolyeleri ve kilit tasmalı, çelik omuzluklu, kalın ve demirden kol bıçaklarıyla bezeli olan Murungen Ejderi derisinden kolluk ve çizmeleriyle ve de şeffaf, ipeksi, uzun etekliğiyle Kraliçe Aspinza, gözünü korkutmuşa benziyordu, ne de yıldızlar kadar beyaz kimonosuyla ak bir bütün olan, iki kılıcıyla Ak Turan… Gandie, usulca dibime gelmiş, fısıldıyordu… Mavi gözlerinin önüne sarkan, bukle bukle sarı saçlarını düzelterek, beni garipsiyordu…)

Gandie: Kalkmalısın Rimunu… Tanımlayıcı ve güzel günler bekliyor olacak seni…

(Konuşamıyordum, sessizce iç geçirdikten sonra cevap vermek istedim, ama olmadı. Gandie, cümlesini kesmiş bana bakarken, gözlerim merakla Fini’yi arar olmuştu… Ne türlü bir zaman akışı içinde olduğumuzu algılayamadan, Gandie’nin lavlar arasında nasıl boğularak ölmediğini tartıyordum kafamın içinde…)

Gandie: Bir, ben boğulmadım, yandım. İki, imkânsız, fakat ölümsüzüm. Üç, toprak altındaki, o alev ırmağına “magma” denir. Yüzeye çıkınca lav olur adı. Konuşamadığın ortada ama seni ayağa kaldırmalı, bil bakalım neden geldim buraya?…

(Anubis olmalıydı, bu… O yollamıştır diye geçirdim içimden. İçimde bir kıpırtı hissediyordum derinden, lakin uzaktan gelen bir süzülüş, hızıyla kalbimi sızlatıyordu…)

Gandie: Aaaah!

(Olabilecek en kötü senaryo gerçekleşerek, olabilecek en güçlü ve ideal hostes edalı Gandie’yi sırtından vurmuştu, hain bir okla… Bu da Högzido’nun şeffaf okuydu, apaçık.)

Shojo: Defolun ucubeler! Saklan! Eej Fuur!

Kayıkçı: Geber fahişe!

Aspinza: Bu ne? Beni yaralayamazsın bile! Nasıl arınırsın karanlığımdan?

(Shojo görünmez olup kaybolurken, herkesi şaşkın bırakan Gandie, gözlerimin içine, bana sonu anlatırmışçasına kayboluyordu… Kayıkçı’nın, Aspinza’yı silahıyla vurma niyeti de boşa bir çabaydı. Högzido’nun gelişi ise, kanlı bir mezar kazılacağının Kara Orman’da, en büyük kanıtıydı.)

Aspinza: Al sana yaşlı ahmak adam. Kalkanının gitmesiyle nasıl dayanacaksın bakalım şimdi? Ziabad İkke! Sıra sende dört ayaklı…

(Ramyan’ın kollarının arasında kayıkçı, nicelerine göre balıkçı, yitip gitti, son cümlesiyle…)

Ramyan: Aah! Baba hayır! Aah! Lanet iblisler, defolun!

Kayıkçı: Ben balıkçı değilim…

(Bunun üzerine Ramyan, Afistra ve işaretleriyle askerleri direkt Aspinza’yı hedef aldılar.)

Aspinza: Kılıca kılıç, büyüye büyü! Yalnız şunu unutmayın, ben ne cadıyım, ne de sihirbaz. Karabüyücü Kraliçe Aspinza Diaz De Gaad!

(Kılıcını çeken Aspinza’ya öfkeyle saldırıyordu Ramyan. Afistra gerid kalan, hala kötü ruhların musallat olduğu kardeşi Siyad’ın öldüğünü görünce, Ramyan’a mutlak kalkan büyüsü yaptı. Teker teker, geriye kalan 20 askerleride ölmüştü. Ramyan hıncıyla saldırırken Aspinza’ya, ne büyü dokunabiliyordu artık ona, ne de iblisler. Afistra son çaba olarakta annesinden ve soyundan miras kalan seçici değişim duası yaptı. Bir görünüm farklılaşmasına uğrayarak, yanılsamasını kırıyordu. Artık sağ tarafı bir gladyatörden farksız, elinde büyülü Baras kılıcıyla, sol tarafı ateşin hizmetinde, adeta bir ateş tanrısı gibi hazırdı Kraliçe Aspinza’nın karşısında… Artık eskiden sahip olduğu geyik derisinden olan ne çizmeleri kalmıştı nede uzun bileklikleri… Mavi entarisi dalgalanırken, elindeki ud büyülü mavi topu göğe kaldırdı. O anda Ay tutuluyordu. Bunu göz kapaklarımın içine işleyen gölgelerden de algılamak mümkündü. Göğün dili “Hilal Yıldız” iken, mavi top, alev kırmızısından, güneşin sarısına döndü. Bu minyatür bir güneş olmalıydı. Çekiciliği, çekim gücünden mi, yoksa elflerin kadim sırlarla dolu gizlerinden mi bilinmez, tüm kara iblisleri kendine sürüklüyordu ve sonrada yok ediyordu. Ardından topu karşı konulmaz, ak korumalı sarı topu Aspinza’ya fırlatı. Kollarında ve bacaklarında mercan derisi kolluk ve çizmeleri vardı artık Afistra’nın. Yavaşça değişmiş sağ ve sol yarısı, ağlayan ve gülen tarafının dile gelmesiydi adeta…)

Aspinza: Krahhh! Ahh!

(Koca bir pat sesi, ardından bir esinti… Kötü ruhların tamamına yakını tozla duman olmuşken, ortaya çıkan kara duman dağılamadan, entarisi parçalanmış, fakat gücünden bir nebze kaybetmemiş Aspinza, dehşetle Afistra’ya daldı.)

Aspinza: Çekil mahlûk!

Ramyan: Aaaaa!

Aspinza: Ordumu telef etmek, ha? Bu adil mi?!

Afistra: Söyle öyleyse bana, adil olan ne? Ölmek mi, yoksa öldürmek mi? Aspinza: Hiçbiri!…

(Zorla karşı koyuyordu Afistra, Aspinza’ya. Herhangi bir büyü yapamıyordu, çünkü mutlak kalkan Ramyan’daydı. Ramyan yerden kalktı ve salladı kılıcını Aspinza’nın ensesine… Ama omuzluklarından mı, yoksa ne, kılıç kesmemişti Aspinza’yı.)

Ramyan: Afistra, dikkat et!

(Uzaklardan uzanan şeffaf, iki ok gelmiş geçmiş en iyi elfi almıştı artık yanına. Högzido’yu aramaya çalışan Shemadron, biricik kardeşinin boşluktaki gidişini görünce, görünmez olup Högzido’ya koşuyordu sinsice… Birbirlerini bulmaları uzun sürmedi. Shemadron, Högzido ile boy ölçüşe dursun, Ramyan da Aspinza’dan intikam almaya çalışa dursun, Fini’ciğim bana yürürken kara iblislerden kurtulup, arkasında sessizce Shojo belirmişti. Artık kan beynime sıçramıştı bir kere. Ayağa kalkmıştım o garezle… Ne olacaksa olsun diye… Ama bir ses hepimizi şaşırttı. Arkamdaki büyük kayanın üstüne bir adam çıkmıştı ve avazı çıktığınca bağırıyordu. Hayır, bu bir kadın olmalıydı. Başında biyonik olmayan, kocaman bir kask, sağ elinde göğe diktiği taramalı ile pompalı tüfek karışımı görünümlü bir ışın silahı, pelerinin arkasında yeşil kristal kılıcı olan, her tarafı titanyum kaplama kostümlü bir zaman dışı, dişi olmalıydı.)

Amira: Ve Tanrı harekete geçti!…

Shojo: Sen Tanrı’mısın?

Amira: Hayır! Shojo: Öl, o zmaan…

(Hızla atıldı önümüze, bana koşmuş ve yanımda bana sarılmış Fini’yi, beni görmemişti galiba…)

Amira: Onca yolculuğum sonunda ne öğrendim biliyor musun?

Shojo: Galiyaz Azud! Ölüm büyüsü! Amira: Aaaah! Hiç…

(Tanrım, Shojo kaskını çıkardığında dövüşçünün, keskin hatlara sahip bir kadını fark etmiştik. Sarı saçları solmamıştı bile büyüsüyle Shojo’nun, sanki ölmemişti bile diyebilirdim… Shojo’ya yaklaştım. Beni gördüğüne şaşırmıştı, bence de haklıydı. O şaşırırken ben usulca elimde beliren fırçamla mavi-yeşil kanatlarımı edinmiştim bile…)

Rimunu: Shojo! Shojo!

Shojo: Ha?

Rimunu: Benimle bir sorunun varsa, benimle çöz ve öldüremeyeceğin birini asla yaralama!

(Mavi-yeşil kanatlarımla Fini’yi perdeleyerek havalanmıştım ve metrelerce uzunlukta bir sur oluşturmuştum Shojo’nun karşısında. Shojo ise kılıçlarını sırtına yerleştirerek, bana doğru adımladı ayaklarını.)

Shojo: Hahaha… Başkaldırmanın da bir usulü, yolu yordamı vardır ama… Hahaha…

Rimunu: Kaybettin Shojo! Bu kadar oyun yeter! Bitti artık!

Shojo: Benim sahnem asla bitmez, küçük insancığım benim…

Rimunu: Kapana kısıldın, çıkışın yok!

Shojo: Hah hah hah ha!…

Rimunu: Kapa çeneni!…

Shojo: Tamam! Şunu kafana iyice sok! Buraya bir kere geldim, bir daha asla gitmem! Hem sen neyi sahipleniyorsun? Yaşamadığın şey senin değildir! Zavallı, küçük insancığım benim, zavallı kelebeğim…

Rimunu: Evet…

(Anımsadım ve güçleniyordum…)

Rimunu: Anlatırsan unuturum, gösterirsen hatırlarım, yaptırırsan anlarım, fakat hata yaparsan, acımam…

Shojo: Acınası!… Bir an için toparlandığını sanmıştım. Geçen sefer neden seni dinledim biliyor musun? Sana yenildiğim için mi? Hayır! Senden etkilendiğim için şapşal! Hahahaha!

(Uzun tırnaklı, ak parmağıyla yakama dokunuyordu.)

Fini: Ne yaptığını sanıyorsun sen?!

Shojo: Bak burada kim varmış?! Biricik bebeğin! Hıh hıh hıh hı… Felsefen güzel… “Aşkı tanıyınca, yaratıcıyı da tanırsın.” Ya? Öylemiymiş? Eee? Tanıdın mı bari yeterince Fini’yi? Yaratıcınız nerede kaldı? İşim varda… Hahahaha! Fini bebeğim! “Gülerken göbeği görünmeyenlerden kork.” emi?!

Rimunu: Begaut!

Shojo: Seni… (Shojo’yu aniden kilitledim. Çok kızmıştı, ama beni de sinirlendirmişti, hafife alarak…)

Rimunu: Düşündüklerin değil Shojo, yaptıkların önemli! Şu haline bak. Koca Ak Turan kilitlenmiş görünüyor!

Shojo: Hah! Komik seni! “Neden düşeriz?! Düştüğümüz yerden doğrulabilmek için.” değil mi Rimunu? Koozil!

(Kilitten kurtulmuştu, derin bir nefes aldı ve havadan 2. bir derin nefes çekti içine, ardından üflemesiyle geri, her taraf önceleri nokta nokta pamukçuklar gibi uçuşan tanelerle kaplandı. Sonraları ağaçlar, yani o koca orman gitti de, geriye biz kalmıştık… Shemadron’un Högzido’yla ve Ramyan’ın Aspinza’yla olan savaşını görebiliyordum artık. Ama içimizde ki yok olum hissi gitgide artıyordu. Sanırım bitmeden, bu hikâyenin son sayfasını kapatmak istiyordu. Ama buna niyetim yoktu. Lakin sıkışmışlık içindeydik, Fini de, bende… Onu tanıyamıyordum, ama tüm ruhunu okuyordum… Sonunda ise gözlerim görmez olmuş, bedenim de eylemsizlik evrenine gömülmüş, öylece oturdum zemine, karşı konulmaz eğimeden aşağı doğru koyuvermişçesine kendimi kayar gibiydim, daha dibe, daha da dibe. Sonunda akışkan azmanla tek beden olmuştum. Ama hayır, bu magma değildi…)

Fini: Ne yaptın ona?! Aaa!

(Amira birden ayaklandı…)

Amira: Bu silahın adı ne bilir misin bayan? Buradaki yerimin olmayışını, fakat ne aradığım konusundaki düşüncelerimi? Kılıcımın adının nereden geldiğini ve sonumun ne olacağını? Son kurşunumla başlıyorum…

(Amira, gümüş ince, ama sıcacık çiçekler saçan pervane aurasıyla tek kurşununu attı.)

Amira: Megan-zlu!

Shojo: Aaah!

(Aslında “tek kurşun” onun için bir deyim olmalı, çünkü arda kalan zamanında atışlarına devam etti silahıyla. Hızlı lav atan bir silaha benziyordu. 2. atışını da yapmıştı henüz…)

Amira: Bilmiyorum!

(Ardı ardına ateş etmişti ve 3. atışını yapmadan, silahını yere attı ve yeşil ışımalar kaplatan tüm beyzlığı, kılıcını çekerek savurdu.)

Amira: VakkaruM! (İlk darbesini Shojo ustalıkla kılıçlarını çekerek engelledi, Amira’nın kılıcını uzağa fırlatmıştı ve utanmadan silahsız savaşçıya savurdu çift kılıcını…)

Amira: Aaaah! Boşluktaki çiçek…

(Bu anlamlı koşuşturmadan, kaçamaklı konuşmasını sıyırınca, düşüncelerimizin ne denli havada kaldığını anlıyordum. Yüzümüz de o denli solmuştu. Yere yığılışımdan fazla vakit geçmeden, Fini’nin ne denli değiştiğini görüyordum.)

Fini: Shojo!

(Bana acımaklı bakarak seslenmişti, biriciğim. Bense kilitlenmiştim bile…)

Fini: Sorun işin zorluğu değil Roan, senin kolaycı olman…

(Bu laf çok ağırdı. Hıçkırıyordu Fini’de ardından. Anlamıştı sonu, son sözleri söylemiştim bile. “Fini’m bir hikâyedeyiz, evet, fakat bu serüvenin yazarı benim ve sonu biliyorum, çünkü çoktan yazdım.” diyebiliyordum son olarak sadece, Fini ise duymuştu bile… Sonrasında neler oldu bilmiyorum.)

Fini: Hazır ol Shojo!

Shojo: Sendeki daha güçlü! Hak ettiğini alacaksın! Gu mi mun, gu ma man!

Maymun: Yu ma ma! Au uu u u u u!

Aslan: Yu mi mu? Hr ra ra rar!

Fini: Kudretin iki yaratıktan geliyordu demek. Tarihçeni göstermen çok cömertçe… Ben ise bir jest yapayım. Onu öldürdün! İşte jestim!

Maymun: Ne?

Aslan: Bir damla gözyaşı mı?

Ramyan: Gök neden kızıllaştı? Hey, nereye kaçıyorsun?!

Aspinza: Bu kadarı yeter! Darga Mad İkke! Geber şebek!

Maymun: Au aaaa!

Aslan: Hrr!

Aspinza: Bu da ne? Bırak beni, hayır! Aman…

Shojo: Ve gökten yağar kızıl gözyaşları, Akarsular kururken son pınarlarda, Dağın ufkundan süzülen melekler, Geç olmadan kaybolurlar usulca, Artlarında kalan, ateşten kan ırmağıyla…

Ramyan: Aaaaah!

Aspinza: Aaaaah!

Shojo: Aaaaah!

Högzido: Aaaaah!

Shemadron: Aaaaah!

Aspinza: Tutsağın gururu çok olur demişler, O inanmamış. Kalemi sivri olan güçlü olur demişler, O inanmamış. Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu söylemişler, Gök ağladı demiş, Kimse inanmamış.

Ramyan: Aaaaah!

Aspinza: Aaaaah!

Högzido: Aaaaah!

Shemadron: Aaaaah!

Högzido: Seher vakti eda edilen duanın anlamı olur mu cemrenin düşme anı? Özlem duyduğun uzak semalar mügelerin soluşuyla son bulursa, hilal vakti aleve boğulduğunu anlar mısın? Ey kanatsız duygu, melek aşığı?

Ramyan: Aaaaah!

Högzido: Aaaaah!

Shemadron: Aaaaah!

Shemadron: Bir konuştum, bin ah işittim. Sustum, dinledim, denetlendim. Ama sürekli ben yenildim. Artık olmaz sana dökülen kan dedim. Bin ah dedim, hiçbir şey işitemedim.

Ramyan: Aaaaah!

Shemadron: Aaaaah!

Ramyan: Hüznüm derinde artık, ne çaba ama, Gayri bitti ahbaplık ne sabaha ne akşama, Filizlendi akbaba yuvaları, saklandı inlere, Sonra sen geldin, kaçtı derinlere, Sonuçsa kara hiçlik alevi ama? Aaaaah!

Shemadron: Aaaaah! Yalnız sonu taşıdığını anladığında, Geriliyor ve haykırıyorum sona, İçim rahat, mutlu ve temiz, Başlangıcım olmağını anladığımda… Aaaaah!

Fini: Aaaaah! Ne güzel âşık olduğum uzaklık. Arttıkça çoğalan yel, ufku doldurur…

Rimunu: Aaaaah! Kıyametse zihnini sürekli boşaltan yakınlık… Azaldıkça çoğalan kin, ruhumuzu dondurur.

(Uyanmıştım, nasıl olduğunu anlayamadan… Heryer harap içinde, herkes yerde sessizce yatarken her şeyin ona kadir olduğunu bildiğim biricik Fini’mi Apza Dağı’nın zirvesindeki, derin kuyusundan göğe vermek için onu kucaklayarak yola koyuldum…)

Apza Dağı

(Bir gün bir gece yolculuğumuzun sonunda Apza Dağı’nın zirvesine ulaşmıştık. Sonradan Ramyan’da katılmıştı ardımıza. Kuyuya derin bir bakış atmak için Fini’yi bir oklava ağacının dibine yasladım.)

Ramyan: Acele et, kuyuyu aç!

(Kuyu, granit kütlelerden kurulu koca bir bacayı andırıyordu. Üzerinde büyük bir tekerlek kapak ise taştandı.)

Ramyan: Ne yapacağız?

Rimunu: Bilmiyorum, sen düşün. Kapak olmamalıydı, kapak olmamalıydı… Kapak yok…

Ramyan: Ne münasebet? Sen bilemezsen, kim bilebilir?

(Taş kapak aralandı ve gökyüzüne kara bulutlar süzüldü, beyaz ışıklar çıkacak hayalimin aksine…)

Rimunu: Ne?

(Taş kapak aniden kara bulutlara karışıp, ufalanarak süzüldü göğe. Ağırca kuyuya yaklaşıp, usulca aşağıya baktım.)

Ramyan: Ne görüyorsun?

(Tahmin ettiğim gibi değildi…)

Rimunu: Hiç…

Ramyan: Ne demek hiç? Burası olduğunu söyledin. Buradan düşmedin mi?

(Ne karanlık ne aydınlık, arası bir şey, arafta kalmışlığı kesin…)

Rimunu: Evet, ama ben inerken sadece çukur bir kuyuydu ve kapak yoktu.

Ramyan: Şimdi de yok.

Rimunu: Senin neyin var? Sanki…

Ramyan: Ben, benim. Yoksa farklı bir düşüncen mi var?

Rimunu: Nasıl kurtuldun?

(Yerden birkaç çakıl taşını elime alıp, kuyuya teker teker atmaya başladım.)

Ramyan: Birkaç esneme hareketiyle…

Rimunu: Ha ha, aman ne komik. En son seni gördüğümde kıçı göğe bakar, surat yere yapışık, ölü gibi yatıyordun yerde nedense…

Ramyan: Hey, hey! Duydun mu o sesi? Şşş, şşş!

(Gerçektende ilk taşı atmamdan uzun bir süre geçmeden yankı geldi, sanki trampet vuruşu edasıyla sıralı, düzgün ve ritimli… Neden sonra tek bir yürek atışı duyacağımı hissettim bilmem, fakat ikinci atışımdan sonraki sesler ürperticiydi. Güm!… Güm!… Güm!… Derinden gelen vızıltı öyle içime işliyordu ki, o kadar rahatsız ediciliğini gösteriyordu. 3 taşı atmamla birlikte, gerçekten davullar çalmaya başladı. Hakikaten ritimli ve esrarengizdi. Ve korkunç boru sesleri de devamını süsledi. O anda elimdeki geri kalan taşları düşürmüştüm bile. Ramyan’da gelmiş yanıma, merakla dipte olan bitene bakıyorduk. Lakin sadece gri boşluk göze çarpandı. Ta ki borular susana, davullar hızlı çalana ve susana kadar… Altta hızla yaklaşan kapkara ucube dikkatimizi yok etmişti bile. Kafalarımızı kayadan çekmemizle belirginleşen yüzüyle karşımıza dikilen Anubis’ti.)

Anubis: Ellayz Zu Da! Ellayz Küyuf! Meklas Suf Ak! Cuzi İska!

Rimunu: Getirmek mi? Ne adına? Onu sana vermeyeceğim ki?!

Anubis: Sommen Getto Guz, Sommen Getto Darg!

Rimunu: Bazen de ölmek gerekir.

(Beni yaşlı atasözleriyle sınamaya yelteniyordu. Ramyan olan biteni sükûnetle izlerken, asasını kaldırdı ve bana yıldırımlarını saydırdı. Her biri bir afeti, bir acıyı kaplıyordu. Tam yere yığılacakken ben, kuyudan göğe ya da tam tersi idi, bembeyaz ışık asansörü oluştu. Anubis çılgına dönerek, geldiği yeraltına düşmüştü. Yukarıdan ise kanatlı bir varlık yaklaşıyordu…)

Anubis: Azu dih men lakbun vela Horus?

(Ağırca kanatlarıyla inmişti ışık asansöründen yaratık…)

Yabancı: Zamanı geldi oğlum, ver onu.

Rimunu: Kimsin sen?

Yabancı: Rolx.

(Fini’yi kucakladım, o anda uyandı ve doğruldu, sessizce yürüdü ve Rolx’a baktı, bana döndü.)

Fini: O mu bu?

Rimunu: Kim?

(Fini birden havalanıp bir kanadı şeytan karası, bir kanadı melek beyazı olan Rolx’un sırtına tutundu.)

Fini: Hayır, dur. Rimunu, sen olmadan istemiyorum. Niye bu?

Yabancı: Hadi kızım…

Rimunu: Bebeğim, sen günleri say, ben yediğim her darbeyi sayarım…

Fini: Hayır!

(Yaralanmıştım elbet, ama onsuz kalmak kaderimdi ilelebet, kaderim…)

Ramyan: Git.

(Rolx ve kanatlarında Fini’m sonsuz gök kubbesinde yok olup gitti. Yer bir kere kesin karar titredi. Anlamıştım o uyanmıştı ilk kez, ben de uyumuştum son kez. Bu bir karardı ya da değil, fakat yanlış bir şeyler olduğu kesindi burada. Ramyan’ın anlattıklarına göre de benim kendim hakkında öğrenmem gereken bir bilgi vardı. Hala doğuya mı gitmeliydim, yoksa ne? Galiba evet.)

Ramyan: Sonunda rahat olmalısın. Üzüleceğin birisi kalmadı burada. Hadi odaklan…

(Omzumu sıktı.)

Ramyan: Şimdi de Doğu Ülkesi’ne yollanalım.

Rimunu: Tamam, hadi gidelim. İçimde garip bir his var…

(Artık sadece, sadece sessizlik hâkimdi. Kuru sessizlik… Ve ne Shojo’yu, ne de diğerlerini merak ediyordum. Ramyan’ın anlattığına göre bu, ismi anılmayası doğu ülkesinin kralı yılın bu döneminde şenlikler düzenlermiş. Sıkıyönetimden ve denetimden sarkıp ta ülkeye girmek imkânsız olacağından, kadın kılığında, 2 dansçı rolüne girmiştik. Apza’dan, Dozorga Kanyonu’na yarım günde inip, doğu ülkesine yolculuğa başladık. 3 günde toplam 8 dere geçmiştik ve yine bir dere ile karşı karşıyaydık. )

Rimunu: Ramyan, burası çok derin olmalı, ancak sandalla karşıya geçebiliriz.

Ramyan: Denemeye başladım bile…

(Mecburen orada 3 gece ateş yakıp, sandalı bitirdik. Uçsuz bucaksız boyuyla, suyun dalgalanmasıyla, bizon sürüsünün avcılarından kaçış hallerini yansıtır gibiydi nehir. Ve sandalla geçmeye başlamıştık 3. günün sabahı, daha güneş kızıllığından anlam yitirmeden.)

Ramyan: Ha, bu arada Rimunu. Kendimize isimler buldum. Ben Narin-şubat, sense Tatlı-pembe…

(Yüzümdeki ince tebessüm, aptal bir gülümsemeye bırakmıştı yerini.)

Rimunu: Neden ben Tatlı-pembe oluyorum? Bunlar ne böyle? Harcarlar bizi!

Ramyan: Hey, sızlanma da kürekleri çekmeme yardımcı ol Bay Mızmız. İsimleri ben buldum ve öyle kalacak. Yolculuğumuzun başından beri bulsaydın o zaman. Neyse geldik bile. Şu büyük surların sonuna bak. Grilik belli değil mi? Geçit kapısı orada…

Rimunu: Geldik demek?

Ramyan: Hem de nasıl…

(Karaya adım atar atma role girdik. Stresliydim.)

Ramyan: Bebeğim, stres yapma…

Rimunu: Neden cicim?!

Ramyan: Çünkü ben hala buradayım tatlım. Hadi kıvırmaya başlayalım bile…

(Nereden geldim buraya diyordum saniye başına. Yolculuğumuzun ilk yarısında bir sazlık köyünden bulduğumuz dansçı kadın kıyafetleriyle, Pers sultanlarının haremlerinden farksızdık, bir peçemiz eksikti.)

Ramyan: Bak burada ne varmış?

Rimunu: Nerede?

Ramyan: Cebimde.

Rimunu: Ne?

Ramyan: İki adet peçe.

(Sustum. Kapıların açık olmasını görmemizden sonra kervanları da fark ettik. İki saatlik yolculuktan sonra geçitten geçtik. Aniden sur sınırlarını geçtiğimiz de, arkamızdaki kervan durdu, kapılar, o elli metre uzunluğundaki yapı hızla kapandı ve koca bir toz bulutuna dönüşerek kapladı her yanı. Her taraf pis bir görünüme bürünmüştü ki, Ramyan’ın, Ramyan olmadığını anladım. Kısa kahkahasını duyuyordum. Defalarca… O, o değildi. Garip bir görünüm farklılaşması daha olmuştu. O, engin büyüklükle ki şehir gitmişti de, uçsuz bucaksız bir çöl gelmişti geriye… Ramyan veya her neyse, yoktu etrafımda. Sadece uzaktaki bir yükselti heykel dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Dibine geldiğimde garip, ama kumdan, 3 metre boyunda bir heykelle karşılaştım. Aynı joker kıyafetinde olan bir heykeldi bu. Çok tuhaftı ve giderek yüzüm de soluyordu.)

Valerio: He soldu, soldu! İyice ger ortalığı, zonk zonk! Ve doğuya hoş geldin.

(Heykel dirilip konuştu, kafama vurdu 2 defa ve kum zerreciklerine parçalandı. Doğu ülkesine gelmiştim…)

Doğu Ülkesi

Rimunu: Aaaaah!…

(Kum zerreleri, kalın bir sis örtüsüne bürünmüştü. Aradan fazla vakit geçmemişti ki, sanki sis hiç varolmamışçasına yok oldu. Kocaman bir satranç işlemeli bir dünyadaydım artık. Her yer siyah ve beyazdı. Üstümdeki dansçı elbisesi fırtınada parçalanmış olmalıydı, dolayısıyla çıkarıp attım ve bu sonsuz düzlükten, bu koca azmandan çıkış var mı diye yollandım. 100 adım ilerlememiştim ki, gökten hızla yaklaşan uğultulu, siyah beyaz bir kaydırak ve üstündekini fark ettim. Bu jokerdi. Üstünde satranç işlemeli kıyafeti vardı, ama neden sonra şaşırmadım?…)

Valerio: Huuuaaa!

(Merdiven 10 metre yüksekliğindeyken, yere süzüldü ve kondu bu şaklaban.)

Valerio: Ahaaa! Kaydırağım nasıl? Uzaktan merdiven gibi mi gözüküyor, ne dersin? Aslında yenisiyle değiştireceğim.

Rimunu: Kimsin sen?

Valerio: Hadiii… Hayatının amacıydı buraya gelmen. Bırak, sal kendini. Gel biraz yürüyelim. Sonra görsel bir şölen yaşatayım.

(Yürüyüşümüz uzun sürmüştü. Bana hiçte düşündüğüm gibi bir şaklaban olmadığını ve adının Joker olamayacağını kanıtlamıştı bile. Ülkesini anlatırken sanki oradaymış gibi ifade etmesine rağmen, hala satranç tahtasında piyon olduğum fikrinde bir türlü vazgeçemiyordum.)

Valerio: Sonuna geldiğini zannettiğin yerler birer duraktır aslında ve sen yolculuğunu gönüllü bitirmişisindir o durakta… Şuraya bak.

(Birkaç adım ötede aniden beliren çulsuz garibanlar yine yırtık pırtık elbisesiyle başka bir kadın garibanın vaazını dinliyor gibiydiler. Fakat neden sonra gördüm, anlamadım.)

Kadın: …o zaman Tanrı en sert ve tufandan aşağı kalmayacak şiddetle insanları cezalandıracaktır. Büyük ve güçlüler de, küçük ve zayıflar gibi yok olacaklar. Fakat büyük değişimlerde olacak. Çürümüş olan düşer ve düşen korunmaz…

(Yürümeye devam ettik.)

Valerio: Şuna bak.

(Yerde bağdaş kurmuş bir keşiş dua ediyordu.)

Keşiş: Yel, kayalık bir dağı nasıl deviremezse, Ayartıcı da zevklere düşkünlük göstermeyenleri, Duyularına egemen olanları, Sadece yeterince yiyenleri, İnançları tam, dinç ve sağlam olanları, Elbet deviremez.

Rimunu: Ne yani, bana yardım mı etti?

Valerio: İki ordu nasıl karşılaşmadı sandın? Aspinza ve Ak Turan ordularını zamanı durdurabilmesiyle oyaladı, “O”…

(Yürümeye devam ettik.)

Valerio: Sanırım bir sorununda gerçeği bulmak. Lakin yanılsamalar sarmış etrafını. Asıl özellik gerçek evren üstüne kurulu olan nesnel bilgidir. Herkes, alt düzey varlığı olmaktan kurtulup, gerçek varlık olmalıdır. Ama bunu yapmak için insan kendi öz bedeninin doğal, içsel görevlerini yapmalıdır. Bu bilimsel bir yoldur. Böyle bir yolla insan, yalnız kötüyü gösteren bir aynaya bakar. İşte bu gerçeğin aynasıdır. Bakılası olan da o…

Rimunu: Burası da yanılsama mı?

Valerio: Hah hah ha ha! Hayır elbette. Burası da benim dünyam, herkese açık olan… Bakma iki renk olduğuna, göremeyene iki renk iken burası, görebilene rengârenk olur bir anda… Burası elbet farklı bir yer. Nasıl oluştu bilmem, aynı sizin dünyanız gibi?… Değil mi?

Rimunu: Evet?

Valerio: Ee?

Rimunu: Anlamadım.

Valerio: Dünyanız, diyorum, garip bir yer. Nasıl hayat fışkırdı?

(Aniden fırlayıp gitti, döndüğünde ise kucağında kocaman bir şırınga vardı, korkulu rüyalarımdaki olduğu gibi…)

Valerio: Belki bir şırıngayla!…

(İki, üç fışkırttı sonra attı ve yok oldu şırınga.)

Valerio: Ya da hayat belki de bir “ilkel çorba” biçiminde başlamıştı. “Çorba” şimşek çakmasıyla, atmosferdeki gazlardan oluşmuştu ve aminoasit içeriyordu. Peki, ama bu durum, bütün canlı yaratıkların yalnızca karmaşık kimyasal yapılar olduğu anlamına mı gelir gerçekten? Yoksa gerçek, gerçeği bilmememiz mi? Hıı? Aaaaa!

(Birden çığlık atmıştı bana, böylece dalgınlığımın cezasını feci şekilde korkarak ödemiştim. Üçgen yapılı, püsküllü şapkasıyla komik görünmesine rağmen her an değişebilirliğini de hissettiriyordu.)

Valerio: Senin korkun var oğlum. Beni şey mi sandın yoksa? Hah hah ha ha!… Aman tanrım! Doğumundan birkaç sene sonra tacize uğradın ve korkuların depreşti. Aha ha ha! Takke düştü, kel göründü. Ehe he he he! Ya da senin şey fobin, koulrofobi! Hu hu hu ha ha!

Rimunu: Hayır! Değil işte!

(Ani bir değişimle dünya, yani bulunduğum tüm çevre bir esnemeyle içe kapanıp patlama yapmış gibi görünümü değişti. Bir lokantanın bahçesinde karşılıklı olarak rakı içiyorduk, 2 küçük tabureye oturur vaziyette… Komik saz melodisi de loş bahçe lambası da pis gaz kokusuna rağmen içimi bir hoş etmişti bile…)

Valerio: Oho ho hoo! İşte buu!

(Tam karşımda otururken aniden sağ omzumun yan tarafından aşağıya doğru olan yönde yeni işaret ediyordu. Sanki gerçekten bir şey varmışçasına, sonra da birden göğe dikti parmağını.)

Valerio: İşte bu! Kararlı mısındır?

Rimunu: Şey, oldukça.

Valerio: Derecelendirme olanaksız, sadece ya varsın ya yoksun kararlılıkta…

Rimunu: Demek ki değilim.

Valerio: Parmaklarını ver, bir bakayım. Kütük gibi hepsi… Ona çekmemişsin.

Rimunu: Kime?

Valerio: Sence? Kime olabilir? Bana değil herhalde?

Rimunu: Niye olmasın?

Valerio: Niye? Bir denklem gibi, her zaman bir dengin vardır.

Rimunu: Kimsin sen?

Valerio: Sen.

Rimunu: Sen kim?

Valerio: Ben. İnsanlar çift yaratılmazlar, bunu aklından çıkar.

Rimunu: Aaaa, saçmalama! Bu çok aptalca…

Valerio: Kalkmak istemişsin izlenimi verdin, ama kalkmadın. Sence bu yanlış mı?

Rimunu: Ne?

Valerio: Aptallık.

Rimunu: Hayır, ama gereksiz.

Valerio: Deliliğin tarihini incelemiştim bir keresinde, aslında gördüm de denebilir.

Rimunu: Delilik, ayrıcalık mı?

Valerio: Sana bağlı. Öyle düşünüyorsan… Şerefe!

Rimunu: Şerefe…

(Çok zarif içiyordu, kanımca işini biliyordu.)

Valerio: İncelik, kanlarını kaynatmadan, insanların altına ateş yakma sanatıdır. Bilmem anlatabildim mi? Ayrıca bu incelik değil. Delilik… Hah hah hah haa!

(O an denizin ortasında olduğumuzu anladım.)

Rimunu: Önüme seçenekleri sunup hem doğru hem yanlışı yapıyorsun, bana öğretmek amacına…

Valerio: Gidelim.

(Bir yer altı treninin en uç vagonundaydık ve hızla gidiyorduk.)

Rimunu: Aaaaa! Aman tanrım!

Valerio: Tanrım, tanrım! Bu çok güzel, Tanrı’ya inanman… Kendi ismimle hitap etmeyi denesen, hıh?

Rimunu: Neeee?!

Valerio: Aaaaa!

Rimunu: Aaaaa!

Valerio: Aaaaa!

Rimunu: Aaaaa!

(Üçüncü bir değişimle bir tarafı duvar, bir tarafı da çöl olan yeni mekâna gelmiştik. Duvar sonsuz ufka uzanıyordu, uçsuz ve bucaksız…)

Valerio: “Zıplayan Jack” hikâyesini bilir misin?

(Miğferli, uzun deri yakalı ve kostümlü ve de pelerinli bir görünüm zıplayarak yok oldu.)

Rimunu: Hayır, bilmiyorum.

Valerio: “Asker tokatlayan, çocukların korkulu rüyası olan, kadınların katili ve gecelerin kölesiyim…” der şair.

Rimunu: Pisliğin tekiymiş.

Valerio: 18. yüzyıl sonu Avrupa pislik yuvası olmuştu. Bir de “Kadın doğaldır, yani korkunçtur…” der.

Rimunu: Bu lafı biri daha dememiş miydi?

(Bana gülümsedi.)

Valerio: Bakış açısı Rimunu…

(Cebindeki bir tomar kâğıt parçasını yerde oluşan çöp kutusuna attı ve Zıplayan Jack’te birden görünüp, elinden mavi, alev püskürterek kağıtları yaktı.)

Rimunu: Ne bu?!

Valerio: Saçmalıklar ve yalanlar… Artık işe yarıyor değil mi?

Rimunu: Ha?

Valerio: Zıplayan Jack, diyorum. Neyse, dünyamda farklılaşmalarına açığım, ama hortumlamaya hayır. O yüzden gündüzleri ava çıkarım. Gerçi yapbozu hala tamamlayamadım…

(İleride aniden oluşan adamlar gördüm. Hiç yokmuşçasına, hiddetle ve beraberce bir şey çekiyorlardı. Anlamlandırmaya çalıştığımda ise ağ çektiklerini anlamıştım. Ardından hoplaya zıplaya gelen bir delikanlı süsledi gözlerimi.)

Delikanlı: Hiç hiçte, hiç hiç, hiç hiçte, hiç hiç!…

Adamlar: Ne yapıyon oğlum?! Öyle denir mi?!

(Çocuğu kelle paça tutuyorlardı.)

Adamlar: “Allah versin, daha çok versin.” diyeceksin.

Rimunu: Bırakın onu!

Valerio: Ne saçmalıyorsun, boşluğa bağırıyorsun.

Rimunu: Görmüyor musun?

Valerio: Olan her biteni görürüm ben.

Rimunu: Bunu görememişsin pek…

Valerio: Görmeme yardım et öyleyse…

Rimunu: Orada…

Valerio: Tamam, hey, bırakın çocuğu gitsin!

(Çocuğu bıraktılar, birkaç saniye sonra hepsi gözden kayboldu.)

Delikanlı: Hiç hiçte, hiç hiç, hiç hiçte, hiç hiç!…

Valerio: Bu nasıl olabilir?

Rimunu: Ne?

Valerio: Bensiz, nasıl görebildin?

Rimunu: Aaaa?!

(Duvarda boydan boya maskeler oluşmuştu, ya da hep oradalardı?… Hepsi birbirinden farklıydı, ne kadar benzeseler de…)

Valerio: Zıplayan Jack bir yana, -onu kimi halk kahramanı, kimi karabasan saysa da çocuklarına “Uslu dur, yoksa Zıplayan Jack seni alıp götürür” dense de bir zamanlar- bunlar bakış açılarıdır. Hem artık o da burada mutlu. Gelelim nar çekirdeğinin gururuna…

Rimunu: Maskeler…

Valerio: Düşündüğün gibi onlar benim için değil. Sizin için… Her biri başka anlamlar içeriyor. Mutluluk, huzur, kin, nefret, adalet, sabır, delilik, böbür, mübalağa, bing bing bing bing! Ve de, ve de, ve de!…

(Eline rengârenk bir maske aldı.)

Valerio: Bunları kullananlar, karanlık çağlarda maskeleri birleştirmeyi de öğrendiler ne yazık ki… Bu, mesela, yedi ayrı maskenin bir araya geçmiş halidir. Bir adam kullanıyordu bunu, kötü bir ada…

Rimunu: Özellikleri ne?

Valerio: Mutlak kötülük önleyici… Sağ olsun ki bir maskeyi yerleştirememişti, sekizinci maskeyi…

Rimunu: O neydi?

Valerio: Kayıp olan, şu kara çizgilerin yerindeydi. Kendimi bildim bileli o yok.

Rimunu: Hala söylemeden yedi maskenin sırrını.

Valerio: Kin, kıskançlık, korkaklık, yalan, sabır ve güç… Sekizinciyi ele geçiremedi ve yok olup gitti diğerleri gibi…

Rimunu: Diğerleri?

Valerio: Maske sahipleri… Kendi iradeleri ile seçtiler ve yerleştirdiler.

(O an anladım son parçanın ben olduğumun, elimi götürdüğümde yüzüne bir soğukluk hissettim, gözümü kapatıp açtığımda ise bir maske belirivermişti avuçlarımın arasında.)

Rimunu: Sekiz.

Valerio: Merhamet! Sürprizlerle dolusun…

(Maskeyi yerine koyduğunda hissettiğim ürperti yüreğimim titreyişiydi. Ama bu tedirginlikten dolayı değildi.)

Rimunu: Yavrumu teslim etmiş gibi hissizim.

(İleriye giderken, ufukta bir dağ fark ettim. Satranç tahtasının üstünde en üstün piyonla ya da değil, dağa doğru çıktık Eteklerinden inerken dağın, yamaç aşağısında bir oynaklık görmüştüm.)

Rimunu: Ne, diye sormayacağım.

Valerio: Olasılık Denizi!… Birçok misafir bu denizden çıkar ve gider.

(Yaklaşan bir şey vardı denizden…)

Valerio: Hooo Balıkçı!

Balıkçı: Hooo!

Valerio: Affaz’a ne olmuş, duydun mu ha?

Balıkçı: Yalandır, duymamış ol hele! O eski toprak, pudralarını silkiyordur! Heh he he he!

Valerio: Hıh h ıhı hı! Yolcu burada.

Rimunu: Ne?!

Valerio: Babanın oğluna dahi güvenme!

Rimunu: Bindim binmesine ama…

Valerio: Hu hu hu ha ha ha!

(Valerio hoplaya zıplaya bir hal olmuştu ve uzaklarda gözden kayboldu. Balıkçı’yla hiç konuşmadan, bir gün yol aldık, ta ki sessizliği bozana kadar…)

Balıkçı: Öğrendin değil mi adını? Al şu oltayı.

(Elime bir olta tutuşturmuş, kendi oltasında salmıştı suya.)

Rimunu: Evet. Nasıl?

(Kar yağıyordu.)

Balıkçı: Hacı kafayı silkiyordur. Heh heh he he!

Rimunu: Bir şey tuttum!

(Bir ayakkabıydı. İmkânsız olan bir şey ilk kez gereksiz bir duruma dönüşmüştü. Demek ki dedim, “Her zaman farklı olmak çözüm değildi” diye.)

Balıkçı: Benim oltamı al, seninkini ver.

(Oltamı aldı ve salladı yukarı, kayığa düşen kanca, ayakkabının içine girmişti. Aniden kayık oynadı ve sallandı.)

Balıkçı: İşte denizkızı! Sustur artık şu anlatıcını, yabancı mı var burada?

(Ayakkabıdan sedef balığı tutmuştu?…)

Balıkçı: Al, balık alan bir gün doyar, balık tutan her gün doyar.

Rimunu: Her gün benim için balık tut o zaman, hah hah haaaa haaaa haaaa!

Balıkçı: Çok kötüydü, in lan kayıktan! Hadi, hadi, geri kalan yol ufuktaki gölgene dek… Koş…

(Vedalaştıktan sonra, mat suya bastım adımımı ve koştum.)

Balıkçı: Sabırla koş, vazgeçme. Durursan düşersin!…

(Haklıydı, her artırışımda hızımı, hatırlamadıklarım gözümün önüne geliyordu, o an gibi…)

Rimunu: Kim bunlar? Dövüş dersi gibi…

Valerio: “Kesin Hayır” cılar. Sistem aynı ama yönetim farklı, sonuçsa…

Rimunu: Ne yani, Fini, fırtınada uyutuldu mu?

Valerio: Aynen öyle, bak…

Görüntü: Burası Nihili-Raefer, hiç görmediğin ve duymadığın şaheserler.

Valerio: Adam asıl niyeti farklı birisi. Fini’ye klon olduğunuz hikayesini yutturmuştu. Kara delikte sürüklenip zorunlu uykuyq esir olduğunuz ve sürekli hafızalarınızın silindiği yalanı… Çıkışınızında Ak Delik’ten olacağı da var tabi.

Rimunu: Olamaz.

Valerio: Kendine bak! İyi bak! Sen gerçek dünyadan dwğilsin. Göz bebeklerine bak. Parlak mı, mat! Şah ve mat! Sen Fini’nin zihni içerisinde bizim gibi bir işlemsin, o kadar. Aslında sen pis bir zencisin, kadın zenci…

(Anlamaya başlıyordum koşarken, aynada gördüğüm kanlanmış gözleriyle bir zenciydi fakat ereği beyaz olan bendi. Ve koştum… Çığlık seslerim bütün evreni kapladı. Sular çınladı “hayır”‘larımla. Kar taneleri süslüyordu bedenimi artık.

Uğultu: Koşmayı kesti, artık sessizce yürüyordu, sanki yıllardır yürüyormuş gibiydi. Her bir adım ile beyaz karın üzerinde yavaş yavaş kaybolan küçük izler bırakıyordu. Yıllardır bu böyleydi. Geriye baktığında gördüğü tek şey yine aynı karanlık olacaktı. Aynı terk edilmişlik, aynı hissizlik… Yine de devam edecekti yoluna, öyle de yaptı. Kendisini ısıtması gereken kalın giysilerin altında delicesine titriyordu. Birbirine kavuşturduğu kollarını ağırca hareket ettirdikçe içten gelen bir ürperti hissediyordu. Kafasını kaldırdı, yıldızlarla oynaşan hilalin aydınlattığı denizde. Işığın aydınlattığı yere giren kar taneleri, atmosfere giren bir gök taşı gibi aniden parlıyordu. Bir tane daha, bir tane daha… Yüzlercesi geliyordu karanlıktan, sanki sonsuzluğun içinden mücadele ederek çıkarmışçasına. Bir tanesi yüzüne düştü, eriyen tanenin yüzünden damla halinde süzülüşünü hissetti. Tıpkı yıllardır karşılaştığı kar tanelerine olduğu gibi. Bir tane daha, bir tane daha… Geriye kalan kar taneleri de ayaklarının altında ezilmeye mahkumdular. Hepsi birer kaçırılmış fırsat, yeni bir yaşamdı belki de. Ama bunu asla bilemeyecekti. Etrafında görünen boş evlere baktı, boşluğun ta kendisiyle göz göze geldiğine yemin edebilirdi. Tabi eğer “boşluk” diye bir şey olsaydı. Asla arkasını görmediği, asla ötesine geçemediği bir karanlıktı onun baktığı. Yürümeye devam etti, ne kadar devam edeceğini bilemeden. Ne zamandır yoldaydı? Ne zamandır buradaydı? Peki ya geri dönmeye çalışsaydı? Bu sorulardan kendisini uzaklaştırdı, çünkü asla cevaplayamayacağını biliyordu. Asla geri dönemeyecekti. Asla vakti tam olarak anlayamayacaktı. Sonra bir şey oldu. Elini açtı ve hafifçe yukarıya kaldırdı. Eline teker teker düşen kar taneleri aynı geldikleri gibi sessizlik içinde eriyorlardı. Bir tane daha düştü, onu bir başkası izledi. Eli üşüdükçe renk değiştirdi. Yavaşça kızardı, elini neredeyse hissetmemeye başladığında o hala düşen taneleri izliyordu. Tek bir tane diğerlerinin uyum sağladığı yerçekimine karşı gelerek yavaşça süzüldü, avucuna doğru narin hareketlerle ilerledi ve kondu. Diğerlerinin aksine erimiyordu. Bir an için elinin donduğunu düşündü. Fakat diğerleri hala erimeye devam ediyorlardı. Üşümüş ve neredeyse donmak üzere olan elini zorla hareket ettirip yumruğunu sıktı ve avucunun içine hohladı. Bunu hem elini ısıtmak hem de taneyi eritmek için yapmıştı. Avucunu açtığında tanenin hala orada olduğunu gördü. Pek şaşırmadı, avucunu kapatıp elini kalbinin üzerine götürdü. Hala gitmesi gereken uzun bir yolu, ulaşması gereken bir yeri vardı. Önünde uzaklarda görünen gölgeyi fark etti. “Buradan bakınca yakın geliyor,” diye düşündü ama uzaktı. Yine de ulaşacaktı, ulaşacağını biliyordu. Narin gölgeye bakıp, elindeki kar tanesi ile birlikte devam etti yoluna. Yolu uzundu ve ne kadar sürerse sürsün, ilerlemeyi bırakmayacaktı, çünkü artık durmaksızın koşuyordu.

Ses: Bir iş yaptığında sayfaları temiz bırak ki yapmadın sansınlar, fakat sen bil! Dilenci

Ses: Aferin oğul, sakın durma! Valerio

Ses: Tut ve bırakma! Balıkçı

Ses Oğluuuum! Affaz

(Neydi ki önce alemler. Bendim Valerio, oydu ben. Merhamet maskemle ayrı düşmüştüm ufka, unuttum bildim. Son adımımla da narin gölgemle birleştim.)

Valerio: Nereye gittiğini bilmiyorum, onun da bildiğini sanmıyorum.

(Bir kez daha aynı labirentte bulmuştu kendini Rimunu ya da zaten hep oradaydı. Uyumuştu ve uyandıran olmamıştı belki de ya da ölmüştü yardımına koşan olmadan geçmişte. Aspinza orman perisi kılığında tüm güzel hayvancıkları ve Fini’yi kendine çoktan çekmiş, sevgileriyle onları yavrularına kurban etmişti bile. Fini yemyeşil teniyle karşısındaydı Rimunu’nun. Sonu değiştirmek istemişti belki. Ama anlatıcı olma arzusu boşa çabaydı. Belki hala deniyordur bir yerlerde. Rimunu anlamıştı artık sonu, yaklaştı Fini’ciğine. İnce dallar biraz geri çekildiler sonra hiç değmeden vücudunu sarmaya başladılar Rimunu’nun. Geri çekildi Rimunu, dallar da onunla esnediler ama kopmadılar. Yavaşça derisi de dalların yeşil renginde renk değiştiriyordu Rimunu’nun. Sonra birşey oldu, kara çalılar kollarını Rimunu’nun üstünden geri çekti, dallarına kavuştu ve tıpkı yavrusuna kavuşmuş bir ana gibi titredi sonrasında. Bir kaç defa daha bu oyunu oynadılar. Rimunu dalların merakını yeniden canlandırmak için diplerinde öylece durdu. Dallar onu yanına almak için can atan fakat gizemli bir gücün koyduğu yasayı aşamadıkları için geri çekilmek zorunda kalan askerler gibiydi. Sonunda kendini bırakmıştı Rimunu ve kara çalılara girdi dalların ardından ve tek bir bütün oldu labirentle. Umut içinde Fini’nin aldığı havayı mı almalıydı artık Rimunu? Ne adına? Onun dönmesi adına mı? Hiçbir şey ummuyordu ama bir beklentiyle orada hep bekledi, ta ki bütün ışıklar sönene, kalbi durana değin… Roan uyandı… Roan Ludwig son rüyasını da görmüştü artık.)

Yalnızca sağ dizime ithaf edilmiştir!!

© U. U.

error: