Ayaklarımın altı su toplamış, muhtemelen de biraz kanlanmıştı. Acısı hala taze, durup dinlenmeliyim. Zemin yumuşacık narin bir halıyı anımsatıyor. Yer yer yosunlu kayalar, aralarında çimenlerin altında kaybolmuş küçük su yolları. Yağmuru böyle taşıyordu toprak. Çantamı açtım, içini kurcalarken ceplerin dibinde –oraya düşmüş olacak- kuru defne yaprağı elime geldi.
O bitmeyecek bir akşamdı. Ne ilkbahar, ne yaz, tam arası bir mevsim, ne nisan, ne mayıs, tam arası bir aydı. Yağmur dindi. Vadinin sonuna doğru bataklık her yeri kaplamıştı. Bataklık kurbağa kaynıyordu. Sebat içinde dev yaprakların üzerinde sanki ayin yapıyorlardı. Bir an için karşı kıyının karanlığında bir siluetin beni izlediğini hissettim, ama oraya baktığımda ıslak dallardan başka bir şey görünmüyordu. Artık bu gölge oyunlarına alışmalıydım. Sarmaşıklara sıkı sıkı sarılarak karşı eteklere geçerken önüm aydınlandı. Bu ayın yüzünü son görüşüm olacaktı… Gökdağ’ın gizemli yakasındaydım artık. En karanlık orman olduğu anlatılır buranın. Dev yırtıcılar bile barınamaz derler. Peki, ben yolumu bulabilecek miydim bakalım? Bütün erzakım sırt çantamdaydı. Ama barınmak için pek bir şey yanıma almamıştım. İşte ormanla bütünleşme vakti… Umarım seninle iyi anlaşırız. Çünkü ben de karanlığa alışığım. Sessiz adımlarla tepelere doğru tırmanışımı sürdürdüm. Ağaçların yerdeki gölgeleri ayrı, yukarıdaki gölgeleri ayrı oynuyordu. Bazı ürpertici hareketlerin benimle ilerlediğini anlamıştım. Ormanın tüm merakı benim üzerimdeydi sanki…