Kovuktan çıktığında aynı manzaraya bakıyordu yine ama sanki daha dingin, daha güzel. Birkaç adım ötesinde, ardında yükselen heybetli gövdeye gözü ilişti. Ve işte orada kemiksi beyazlık tüm bedenini sarmış, artık hiç olmadığı kadar farklı, neredeyse ölü sakinliğinde dimdik karşısında duruyordu. Ağacın ötesinde sivrilmiş çıplak kayalığın ışığı saklayan parıltısı gecenin içinde seçilebiliyordu.
Zirveye doğru ağır adımlarla ilerledi. Eğim arttıkça meka-not bacaklar daha güçlü kırtlamaya başlamış kolluklardan destek almak zorunda kalmıştı. Kaygan kumul yamaçta serin rüzgarlarla tekinsizleşmiş ayak izlerine baktı. Burnunu kırıştırdı, başının arkasına minik bir rüzgârı yakalamak için döndü heyecanla. Öyle bir sessizlikte süzülmüştü ki baykuş, unutulmuş eski bir anı gibi yok olacağını sandı. Glud ağacının kırık dalında bir kol boyu kanadını tararken bakışını fırlatmıştı o da. Tebessüm edip bir zafer işareti verdi gövdeyle bütünleşmiş kuşa. Yamacı aştığı sırada bir sis kümesi ormanın alçak kesimlerinde ilerliyordu. Keskin koku belki de oraya aitti. Bu sevimsiz yanık kokusunu tam adlandıramıyordu. Zirveye uzanan patikaya vardığında hızlandırıcı ünitesini kıyafetinin içine aldı. Çalıların fışkırdığı toprakta belli belirsiz ilerleyen izlere baktı. Zikzak çizerek yürümüş bir önderin peşinden giden aylak bir takipçi kadar tedirgindi. Vadinin alacakaranlığında karşılaştığı bu adam ister istemez kötü anılarını da hatırlatıyordu çünkü.
Okumaya devam et “Son: Benim Yolum”