Artık yeter demek istiyorum! Son haddine ulaştı işkencem. Bulantıda hayatım. Kaderim düz bir yolda ve iki yanı bariyerlerle çevrili. Durmak istiyorum. Hatta an geliyor duruyorum, nihayetinde yine olan oluyor, arkadakiler ittiriyor, zorluyor seni ilerletmeye. Etrafa bakmak istiyorum bu yolda ilerlerken ancak doğa tek boyutlu bir resim! Gören mi görüyor, yoksa gösteren mi, düşünüyorum.
‘‘Seni bir daha sevmeyecek,’’ diyorum kendi kendime. Ayağımın ucunda fotoğrafı, altın gülümsemesi içimi ısıtıyor. Dalgalanan sarı saçlarına gözlerimi sımsıkı yumuyorum, unuturcasına başımı sallıyorum. Bu en soğuk temmuz ve sensiz geçecek tek doğum günüm. Yumak yumak çamur akan dar sokağın başındayım. Temiz bir gürültüsü var yağmurun. Kafama düşen dal parçası kıpırdıyor, omzumda göz göze geliyorum başını kaldırmış çıyanla, yerimden sıçrıyorum ardından sırt çantamın askılığında gözden kayboluyor. Çantamı yumruklamaya çalışıyorum, yetmiyor onu yere atıp tekmeliyorum ağzımdan küfürler saçarak. Bir kara kedi sokuluyor, sürtünerek bakışlarını dikiyor. Hafif ılık bir esintiyle başımı kaldırıp yokuşun sonuna bakıyorum ve ötesindeki buluta gömülmüş biçimsiz viranelere. Oralarda bir yerde benim dairem. Bir fırtına koptu kopacak, ardımdaki koyuluklar gökyüzünün yarısını geceye çevirmiş. Baştan aşağı kirlenmiş çantamı sırtıma atıp, tırmanıyorum. Ayaklarım çoktan uyuşmuş ama en azından şikâyet etmiyorlar. Böğrümü acıttı bir dirsek. Nefes nefese bir kız çocuğu çözülmüş kırmızı bağcıklarına aldırmadan koşarak yanımdan geçiyor, peşinde kara kedi. Kocaman açtığı sıska bacakları balçığa bata çıka gidedursun annesi onu yakaladığı gibi evin içine çekiyor hücum eden akıntıya aldırmadan ve kapıyı suratıma paralıyor. Pencere pervazına atlıyor kara kedi.
“Merkez yönetimin envanterinin en büyüğü A-G’dir.”
“Yani, bunu her çocuk bilir. Okula başladıklarında öğrendikleri ilk şeyler sınıflıkların, laboratuvarların yeri, banyolar, yemekhaneler, yatakhaneler ve bütün bunlar işte, geleceğimiz.”
“Antu-Galaktus en büyüktür doğru, bir zamanların parlayan yakutu Harpocrates’in yokluğunda evet öyledir. İnsanlık tarihinin gelmiş geçmiş en büyük yapısının yarısı kadar ancak…”
“Duygusallığa yer yok, kendisi halen ziyaretçi akınına uğruyor. Birçok deniz canlısına ev olmaktan öte tam yüz elli yıldır orta boy bir ada görünümünde mavi körfezi boylamış durumda. Ne acıdır ama manevra kabiliyeti sıfırdı elbette.”
“Yapım amacı belli zaten, koca bir şehiri besleyecek boyutta yaratılmış keşif aracıydı. Ama A-G bir savaş lordu onun karşısında. Sözüm ona yüz yıl önce inşasının tamamlanmasından bu yana sabitlendiği yörüngesinden ayrıldığına ve yeryüzüne doğru hareketlendiğine dair gökbilimcilerden oldukça inandırıcı görüntüler var.”
Sürümden kovulalı kaç gece oldu bilmiyorum. Kokularını hala alır gibiyim koca ormanda. Gençliğimin kestane ağacı belinden kırılıp yanında biten yeni çamın tepesine yığılmış. Su içmeye iniyorum, mezarının altında ağlayan çaya. Dikenli böğürtlen dalları tenimi gıdıklıyor. Şu karanlık yüzde kimin tam karşımda duran, her an hasmını öldürecekmiş gibi korkunç.
‘‘Dorgoo…’’
Kıpırdayan toprağın homurtusunda telaşa kapıldı ayaklarım. Suya düştüm devrilip.
‘‘İkimiz de kör sayılırız artık eski dostum.’’ dedi yeni sarsıntı.
‘‘Seninkilere ne oldu?’’ Başıma birkaç yaprakla kestane düştü, şimdi de ben homurdandım.
‘‘Bir hastalık türedi toprakta, kötülük kol geziyor Dorgo. Hissedebiliyorum onları, dostlarım uzaklardan bağırıyor. Geliyorlar… Senin için geliyorlar Dorgo… Eskisi kadar güçlü ve çevik olmadığını biliyorlar. En zayıf olanı…’’
‘‘Ben zayıf değilim!’’
‘‘Dorgo! Beni dinle…’’
‘‘Ne? Kim konuşuyor? Dinlemiyorum!’’ Homur…homur…homur…homur…
1. Gün Bir rehavet çöktü üzerime, Bir ruh, ağır kan, ağır lütuf, Her yerim kanlı, her yerim sancıda, Bu yeröte, tasmaların diyarında… Boynum sarılı, dönemem, kollarım tutuklu, yazamam, Ayaklarım bağlı, koşamam, kulaklarım kapalı, duyamam, Gözlerim oyulu, göremem, ağzım kilitli, bağıramam, Burnum saklı, soluyamam, ama nefsim iradeli, duramam… Ses: Uyan!… Ses: Uyan!… (Bir uğultu çöker, gittikçe artan… Sonra etki alanı daralır ve yitip gider. Son etki noktacığında bulunan birisi vardır, içinden düşünceler taşıran, evrende gezen düşünceler…)
Evet, sarı, kırların düğünü kadar şen kokan saçları vardı, boynuna uzanan ve de kıvırcık…
– Adım kuytularda yetişmiş nisan yemişinden gelir, sessizce açan, Mashera çiçeğidir…
Evet. Gözleri, bir okyanus temsili, geleceğin mavisini fısıldar, dudakları kelam okuyan, arp çalan, birer huri selamı…
– Gerçekten, bu böyledir. Ya da güneş öyle söylemiştir. Ama o yeterince suskun. Ben daha az fedakar Ay`a bakmayı yeğlerim. Ama onu görmek, bilmekten zor olsa da, şimdi yükseliyor adı taşlara yazılı…
Üzgünüm, daha fazla anlatamam bu kızı… Kendisi olsa olsa bir mart yıldızı. Hani o küsen kendinden geçmiş, viranelerden değil. Ama hep bunu söyler durur…
Bir örümcek sarkıyor sinekliği yırtılmış pencereden. Bir baston diğerine yaslanmış dinleniyor. Her yer karanlık, geceyi sallıyor beşiğindeki bir bebek gibi sessizlik. Dalgalar dövüyor taşlarla ovulmuş göğsünü sahilin. Bütün Erdemli sanki göç edip gitmiş, caddenin ışıkları neden yanıyor? Uzaklardan yaklaşan her bir umut gürültüyle geçip giden öfkeli bir kamyona dönüşüyor. Yorgunlukla boğuşan minik gece lambası salonun kapısında titreşiyor. Büzülmüş, canı çıkmış soba kara kara düşünüyor. Tam tepesindeki duvarda onlarca siyah beyaz anının arasında konuşmaya çalışan mezuniyet fotoğrafım bana bakıyor ve gittikçe solan bir fidan gibi babaannem eli böğründe bahçeden geçiyor.
Boynunu sesin geldiği yöne çevirdi. Başına -ilk bakışta peruğu andıran- taç örgülü ve alacalı bir bere giymiş koyu tenli bir kız ona dik dik bakıyor, ceketinin yakasındaki cırcır böceği şeklindeki gümüş broşsa o yürüdükçe kanatları pırpır ediyordu. Farkında olmadan etrafında dans edercesine dönerek üşengeç bir tonda ‘‘Ah! İşte buradaymış,’’ dedi bavuluna eğilerek. ‘‘Sabahtan beri aynı renk valiz kullanan gördüğüm ilk kişisin.’’ Ahleksiyanza kaşlarını kaldırarak ‘‘Ee, nolmuş yani,’’ dedi kendininkine göz atarak.
Bakışlar çoğaldıkça koltuğuna daha da gömülüyordu. Şaşkınlığın yerini alan meraklı yüzlerin arasında bir rulban bile vardı. Bu antika robot ahşap kollarıyla kafesli balkonda ufacık görünüyordu. Uzunca bir bulvarın başında kırk beş derece kavis çizdikten sonra emniyet şeridine iyice yaklaşarak çizgiye yerleşen araba sinyal aracını takibe başladı. ‘‘Tüh,’’ dedi ellerini göğsünde birleştiren Namina. Muzip bir ifadeyle alt dudağını ısırarak, sinmiş haldeki torununa kısa bir bakış attıktan sonra ceketini ve dağılmış saçlarını düzeltmeye başladı. Ahleksiyanza acıklı bir yüzle önlerinde uçan kutuya dikti gözlerini. Küçük araç tiz bir çığlığa benzeyen kornasıyla adeta ‘‘Biz buradayız! Bize bakın! Ne kadar da aptal görünüyoruz değil mi,’’ der gibi sinyal veriyor arabaları da benzer bir ritim tutturarak farlarını yakıp söndürüyordu. Namina telaşla düşürdüğü çantasını aradığı esnada havalandırma paneline vurduğu başını ovarken, yumruklarını sıkan Ahleksiyanza ise kabusundan uyanmak isteyen bir iç sesle, yalvarırcasına ve belki işe yarar umuduyla tekrar tekrar ‘‘Ne olur bitsin, ne olur bitsin, ne olur bitsin,’’ diyordu.