Başlangıç: Akademia de Amoryum

Bakışlar çoğaldıkça koltuğuna daha da gömülüyordu. Şaşkınlığın yerini alan meraklı yüzlerin arasında bir rulban bile vardı. Bu antika robot ahşap kollarıyla kafesli balkonda ufacık görünüyordu. Uzunca bir bulvarın başında kırk beş derece kavis çizdikten sonra emniyet şeridine iyice yaklaşarak çizgiye yerleşen araba sinyal aracını takibe başladı. ‘‘Tüh,’’ dedi ellerini göğsünde birleştiren Namina. Muzip bir ifadeyle alt dudağını ısırarak, sinmiş haldeki torununa kısa bir bakış attıktan sonra ceketini ve dağılmış saçlarını düzeltmeye başladı. Ahleksiyanza acıklı bir yüzle önlerinde uçan kutuya dikti gözlerini. Küçük araç tiz bir çığlığa benzeyen kornasıyla adeta ‘‘Biz buradayız! Bize bakın! Ne kadar da aptal görünüyoruz değil mi,’’ der gibi sinyal veriyor arabaları da benzer bir ritim tutturarak farlarını yakıp söndürüyordu. Namina telaşla düşürdüğü çantasını aradığı esnada havalandırma paneline vurduğu başını ovarken, yumruklarını sıkan Ahleksiyanza ise kabusundan uyanmak isteyen bir iç sesle, yalvarırcasına ve belki işe yarar umuduyla tekrar tekrar ‘‘Ne olur bitsin, ne olur bitsin, ne olur bitsin,’’ diyordu.

Tuğla boyutundaki bir şeyden bu denli gürültü çıkması beklenemezdi kuşkusuz. İşte, haliyle izleyenler de bu şova ‘‘Gökte birileri süzülüyor, sanırsın utanç uçuşu, hadi parmakla gösterelim,’’ diyor olmalıydılar. Fakat gariptir ki sinyal aracı birkaç blok ötelerinde başka bir yöne saptı, senkronize şekilde farları yanıp sönen arabalarıysa normal seyir haline döndü. Dikey bir koridorda bulvar boyunca yükselerek ilerlemesini sürdürdü ve derin bir oh çektiler. Bir süre sonra ister istemez yine düşüncelere daldı. Bir yandan dibi görünmeyen kararlı yapılar ve göksel vadilerin derinliği, öte yandan belli bir düzenin boca edildiği karanlık, uzak otobanlar ve kaotik bir devrimle akan kuzey nehirleri… Yeni hayatına giderken, geçmişinden uzaklaşmıyor aksine daha da yaklaşır hissediyordu kendisini, tıpkı geçen gece rüyasında olduğu gibi. Bir mezarda yatıyordu ve altındaki bir hırıltı ‘‘Çekil git, burada ben yatıyorum,’’ demişti. Kaçmaya çalıştığındaysa onu sımsıkı zapt eden kendi kollarıydı. Sarsıntıyla çürümüş tahtalardan içeriye kumlu kökler sallandı sonra birbirinden farklı, biri kireç beyazı, diğeri zift karası iki el ona uzandı. Tereddütsüz tutmuş, bir saniye sonra yıldızlı geceye bakıyordu… ‘‘Az kaldı,’’ dedi Namina.

Ve sonunda okul, sonsuz gökdelen denizinin ortasında görünmüştü. Diğer bütün binalardan katbekat iriydi, daha doğrusu onun yanında oyuncaktan farkları yoktu. Onlar yaklaştıkça tabela ışıltısı yükseldi, yükseldi ve insanı mini minnacık hissettirecek kadar haşmetli harflerle ‘‘Hoş geldiniz’’ yazdı. Akademinin giriş çatısına vardıklarında ışıldayan yazı artık göremeyecekleri kadar yukarılarında sönmekte olan bir pırıltıya bırakmıştı yerini. İniş için alçalırlarken binanın camları da bembeyaz mumla kaplanıyormuşçasına matlaştı. Gergin geçen birkaç saniyede daha ne olduğunu anlayamadan helezonik bir yankının içine girdiler. Önlerinde yükselen fener kulesi -tepesindeki şapkası sayamayacağı kadar çok kolu olan üç boyutlu simsiyah bir yıldızı andırıyordu- onlara doğru yanıp söndüğünde heyula bir gonk sesi yankılandı ve motor çalışmayı durdurdu. Bir anda sersemlediler, kontrolsüzce sağ elini savurarak cam filtresinin gücünü artırmaya çalışırken. Göz kapaklarının altında devam eden birkaç flaş patlamasının ardından ışığın acısı dindi ve arabanın akımına boyun eğdiği zemin onları park alanına götürmeye başladı. Koltuklara çam kokusu dağılırken ‘‘Büyük ve küçük şeyler’’ dedi dalgınlıkla. ‘‘Ne dedin canım?’’ Bunu içinden düşünmüştü oysa, ‘‘Yok bir şey.’’ Hangisine ait olmak zorundaydı ki. Ya da neden buna mecburdu. Arabayı düşündü, binaları, birçoğunu ve tabi tehditkâr rüzgârı da. Neredeyse ortak bir çaresizliğin içindeydiler artık. Gözlerini yumdu ve o anda bulutların arasından nasıl göründüklerini düşündü. Galaktik rıhtımın büyüklüğünü aklına sığdırmaya uğraşadursun kibirli bir ‘‘C’’ harfinin tam merkezine yolculuk yaptığı ve sonunda karşılaşacağı, adeta onu yutacakmış kadar ağzını açmış bekleyen bıyıklı bir kurbağa görüntüsü midesini bulandırıyordu. Kısa süre içinde yanaştıkları duvardan kıvrılan iki spiral yastıklama uzantısı arabayı yandan ve alttan sabitledi. Bu metal yapı abartısız, ufak boyutlarda bir körfez büyüklüğünde olmalıydı. Rıhtımda onlarınkinden başka hiç araç yoktu ve bu tekinsizlik oldukça rahatsız ediciydi. Gökdeleni çevreleyen görünmez duvarın ardında fark edilmemesi imkânsız hal almış çılgınca esen toz fırtınası topladığı yaprak, çalı çırpı, ufak tefek ne varsa yerden yüzlerce metre yükseğe fırlatıyordu ama bütün olan bitene rağmen Ahleksiyanza’nın duyabildiği tek şey binanın esneyen iskeletiydi. Kemerler çözüldükten sonra arabanın tavanı açılarak zemine uzanan bir merdiven halini aldı. Birlikte yukarıya çıktılar.

İskeleye yanaşmalarının üzerinden birkaç dakika geçmemişti ki şeffaflaşan camlardan aşağıdaki manzarayı gören Ahleksiyanza gerisingeri Nura’nın evine dönmeyi düşünmeye başlamıştı bile. Hatta oradan da öteye, tası tarağı toplayıp Belmon-Uzam Yetimhanesi’nde bir yıl daha kalmaya razı olabilirdi. Neredeyse adım atılmayacak kadar yoğun bir kalabalık, iskelenin onlarca metre altındaki -sıradan bir metropol sakininin görüp görebileceği mermer meclis balkonlarından bile epeyce büyük bir istiridye kabuğu gibi- devasa platformda durmaksızın uğulduyordu. ‘‘Ne olur duvar açılmasın,’’ diye içinden mırıldandı, anneannesi bagajını indirirken. Suratını ekşiterek -köşeleri yuvarlatılmış küpü andıran- beyaz bavula bir süre baktı. Cisim yerin bir karış üstünde boşlukta süzülüyor, iri gözleriyle onu izliyordu. Ağzının kenarıyla ‘‘Beni takip et,’’ dedi Ahleksiyanza çantasını karıştıran anneannesine kaçamak bir bakış atarak.

‘‘Lütfen demeyecek misin?’’ Bu çocuksu ses yabanıl dünyasının içinde tanıdık bir sıcaklık taşıyordu sanki. ‘‘Elinden de tutmamı istersin sanırım,’’ dedi Ahleksiyanza, minik bavul yumuşak sapını ona doğru kaldırırken. ‘‘Evet, lütfen.’’ Bir an için hıçkırdığını düşündüğü anneannesine döndü. O da hislerini saklamayı beceremiyordu. Saydam, opal bir kutuyu hemen arkasına gizlediğini gördü. Ağzını sımsıkı tutan elini gevşeterek ılık ama düşsel gözlerle eğildi Namina. ‘‘Kendinle gurur duy Aleksia. En yalnız olduğunu hissettiğin bir an geldiğinde izlediğin yolu hatırla, adımlarının parlattığı kendi yolunu. Bu yüzük sana Akademi hediyen tatlım. Büyük büyük anneme ait. Daha bu topraklara ilk kez geldiklerinde takarmış.’’ Ahleksiyanza yarı şaşkın yarı utanarak etrafına bakındı, ‘‘Tamaam’’ ve yüzük kutusunu hemencecik ceketinin cebine attı. Bu sefer Namina afallamış halde doğruldu, garipseyen bir ifadesi vardı. Şlak! Adeta az öncesinin görüntüsü tam merkezinde el çırpılmış, imkansızca dağılmıştı. ‘‘Aleksia! İyi misin canım?’’ İrkilmişti. Anneannesinin yüzüklerinin ucundan sarkan kolyeyi fark etti, onu eline aldı, boynuna taktı ve inceledi. Tebessümün gerilmiş yüzüne bir maske gibi yapıştığını fark etti. Namina ‘‘Güneş sembolü’’ diye devam etti, Ahleksiyanza bir eli cebindeki kutunun emaresini ararken. Ama yoktu! Çenesi titredi, konuşulanları duymuyordu, biraz bakındı, bir bardak daha o garip içecekten isteyip istememeyi düşündü fakat belli ki işe yaramamıştı. ‘‘Yetimhanenin ilk günleri gibi,’’ dedi içinden. Sonra boş verdi, nasıl olsa geçecek. Omuzlarının iki yanından tuttu ‘‘Hem kendini hem de çevreni aydınlatacaksın, biliyorum,’’ dedi Namina. Hızlıca dudaklarına kırmızı ruj sürdü ve minik el çantasını kolunun altına sıkıştırdı. Ahleksiyanza da bir iki denemeden sonra saçlarını geriye atmayı başardı. Boş bir kabin onlara doğru yükseliyordu. Birbirlerine usulca göz kırptıktan sonra gülümseyip asansör ile şeffaf alt duvarı geçtiler. Göle dalmaktan farksızdı. Etraflarındaki boğuk, durgun atmosfer anında değişmiş, sessiz rıhtımın yerini klasik yaylıların eşlik ettiği kalabalığın konuşmaları almıştı.

Salon katına vardıklarında kabini saran huzurlu bir kadın sesi ‘‘Sevgili Aarel ailesi, Amoryum Başkent Akademisi’ne tekrar hoş geldiniz. Ben Myra,’’ dedi. Zeminden bir metre yukarıdan bütün mekân seçilebiliyordu. Bir grup insan salona dağıtılmış yedi, sekiz kadar bistronun sadık uydularıymış gibi etrafında kümelenmişlerdi. Merkezde sırıtan yapay söğüt ağacı da epey insanı ağırlamaktaydı. Üç dört yaşlarındaki afacanlardan ikisi ellerini kollarını sallayarak koro halinde şarkı söylüyor, diğer ikisi ağacın etrafında hologram bir tavşanı kovalıyor, sonuncusu ise dizlerini tutmuş ağlıyordu. Aileleriyse kendi aralarında toplanmış dörtlü sohbet çemberi oluşturmuşlardı. Yönetim çevreye botanik bir hava katmayı istemiş olmalı ki her kuytu köşeden çeşitli saksı bitkileri göze çarpıyordu. Tavan aydınlatmasıysa gün ışığını aratmıyor yaz güneşini başarıyla taklit ediyordu. Onlarca belki de yüzlerce ebeveyn ve kendisi gibi öğrenci adayı çocukları -çoğu tahmin ettiği toz grisi sade ceket ve yerleri süpüren siyah, beyazın çeşitli tonlarını taşıyan sıkıcı pantolonlar giymişti- heyecanlı heyecanlı fısıldaşıyorlardı. ‘‘Gök dimağı temsilcisi olarak size yardımcı olmaktan mutluluk duyarım.’’ Onca kalabalığa rağmen cam asansörlerle salonun ortasında başkaları da beliriyor, her yeni gelen tanıdıklarını arar bakışlarla etrafını süzüyordu. Göz göze geldiği ilk kişi saçı sıkıca toplanmış sarışın bir kızdı, yüzünün üst yarısını örten antrasit ekran kalktı, şakaklarından öne doğru uzanan kristal çubukların arasında kayboldu ve anlaşılan o ki aşağıdan yukarıya hareket eden bakışları onu inceliyordu. Kızın başının arkasında gövdesi görünmese dahi tepesinden saç çizgisine kadar incelen çift örgünün akrep iğnesi olduğunu tahmin etmişti. Kendinden emin duruşu ve açık teninde taşıdığı koyu renkler kıza soğuk bir hava katmıştı. Sert kesimli ceketi de akılda karanlık bir imaj yaratıyordu. Bakışlarını kısarak kendisindekiyle tıpatıp aynı fakat uyuklayan siyah bavulunun üstüne oturdu ve yürümekte olan bir grup aralarına girene dek yan yan Ahleksiyanza’yı izlemeye devam etti. ‘‘Çok teşekkür ederim Myra. Rica etsem Bayan ReeDorien’e burada olduğumu söyleyebilir misin lütfen.’’ Hala merakla çevresine baka dursun şimdiden birilerini çok eğlendirmişe benziyordu. İçecek ikramı yapılan bistrolardan birinde birikmiş ailelerin arasında gül örgülü küt saçlı iki kız ona bakıp kendi aralarında gülüşüp fısıldaşıyorlardı. Daha kısa boylu olanı gözlerini iri iri açmış bir ona bir diğer kıza bakarken, tam tepesinde Bestie ismi mor ışık oyunuyla çabucacık göründü ve kayboldu. Sinsice etrafı kolaçan ettikten sonra bu sefer sıska kız sırıttı, kaşlarıyla görünmez tavanı işaret etti ve pembe simler saçan Litta harfleri kaydıraktan kayarcasına kızın avuçlarına düşerek yok oldu. El çabukluğuyla beyaz eldivenlerini giydi, geriye dönen annesine sırıttıktan sonra benzer bir gösteri beklediği her halinden belli, Ahleksiyanza’ya baktı. İsminin kaç harfi vardı ki, istediklerini yapabilse bile birileri hemen fark edebilirdi. İki elini ağzında birleştirip adını haykıracak hali de yoktu. O da başını iki yana sallamakla yetindi. Kızların attıkları sessiz kahkahalar canını sıkmıştı lakin bunu belli etmeye niyeti yoktu, bugün değil. Boynunu büktü, bavuluna baktı, o da ona. Namina heyecanlı bir sesle ‘‘Hadi, giriş geçidine yakın bir yer bulalım,’’ dedi. Duraksayarak eğildi, ‘‘Bir şey mi oldu canım?’’ ‘‘Yok bir şey…’’ Sonra karar değiştirdi, başını kaldırdı. ‘‘Başlarının üstüne kendi adlarını nasıl yazıyorlar?’’ Bunu duyduğunda muzipçe kıkırdamıştı anneannesi. ‘‘Benim zamanımda da vardı. İyi de o çok basit bir hile, bunu anlarsın sanmıştım. Işı klipsleri, eski moda… Muhtemelen onlar tek kullanımlık fişek almışlardır.’’ Diğerlerinin duyamayacağı kadar alçak bir sesle kulağına eğilerek devam etti. ‘‘Ancak akademiye yakalanırlarsa, bu davranışlar hoş karşılanmaz.’’ Ahleksiyanza nazikçe gülümsedi, omzunun arkasından bakarak ‘‘Teşekkür ederim,’’ diye mırıldandı.

‘‘Merhaba.’’ Tavandan sarkan minik bir dal parçası sisten bir şelaleyle örtülmüş, Myra’nın kadınsı çehresini yansıtıyordu. ‘‘Bayan ReeDorien beş dakika içinde yanınıza uğrayacak.’’ ‘‘Teşekkür ederim Myra,’’ dedi Namina. Bu sefer dumansı yüz Ahleksiyanza’ya döndü. ‘‘Geçiş başlamak üzere.’’ Bütün salonda yankılanmıştı… Myra gitmiş, herkesi bir hareketlilik ve telaş sarmıştı. Vedalaşmalardan hiç hoşlanmıyordu. Ama şimdi ağlaşmalar, gülüşmeler ve sızlanmalar yeni yeni vedalar halinde en baştan başlıyordu. Sesler, gürültülere, gürültüler uğultulara ve sonunda sağır edici bir zonklama halini alıyordu… Omuzlarından onu sıkıca çeken iki sıcacık el ömür boyu şükran duyabileceği tanıdık bir kucaklanmaya dönüşmüştü. ‘‘Seni çok özleyeceğim Aleksia… Anneni de burada uğurlamıştım.’’ Kızarmış gözlerle anneannesine direkt bakmamaya özen gösterdi. Sanki bir anda sesi kısılmış, çatallanmış, yıllanmış yorgunluğun içine batırılıp çıkarılmıştı. Ayrıldıklarında elini okşayan yumuşak kulpa ve bavula eğdi boynunu. ‘‘Ben… Gitmeliyim.’’ Artık daha yaşlı görünüyordu gözüne. Bütün yaşam çizgileri teninde belirginleşmiş, nefes alışı hızlanmıştı. Birçok duyguyu aynı anda yaşama sırası onda olacak ki, bir eliyle yanağını arayan kadın diğerini nereye koyacağını bilememiş ‘‘Tamam,’’ derken bile hem gülümsemeye hem de ağlamamaya çabalamıştı. Bavuluyla ilerlerken gözü kimseyi görmüyordu artık. O da daha sık nefes alıp vermeye başlamıştı. İnsanları itekleyerek bir bistro arandı. Tepesinde bulduğu boş bardağı aldı. Masanın gövde kısmında akan sıvıya daldırdı ve kafasına dikti. Berbattı! Bu kesinlikle arabada içtiği sıvı değildi. Acı bir tat boğazını tırmalayıp geçti. Sanki bir düzine iğne yutmuştu. Bardağı zemine fırlattı. Tedirgin suratlardan uzaklaşmak istiyordu, telaşla koşmaya yeltendi fakat yere kapaklandı. Bazıları ona gülmüş olmalıydı, bunu bütün bedeninde hissetmişti. Onları umursamak istemiyordu lakin kapısında bekleyen öfkeli misafir içeriye girmek üzereydi. Soluna döndüğünde gölgeli bakan kızla karşılaştı ve suratını buruşturdu. Önünde yürüyen annesi arkasına döndü, küçümseyen bir hoşnutsuzlukla ona baktı ve hastalık bulaşmasını istemezmiş gibi kızını yanına doğru çağırdı. Ahleksiyanza bu alaydan kendi boğazını sıkarak kaçmak istiyordu. Ama çok geçti. Tüfek gibi soluyordu artık, hemen ayağa kalktı. Her yerden hırıltılar yükseliyordu, gözlerini yumdu. Boş ver. Tekrar açtığında kendi hırıltısını tanıdı, nefes alışı dengelendi, sıkılı yumrukları gevşedi. Salonun sonuna yönelmiş öğrenciler zemin kapısından geçiyorlardı. Tek solukta arkasını döndü, yaşlı bir kadın kenara çekildi, bir diğeri yol veremeden tökezledi sonrasında birkaç kişiyi daha iteledi. Artık kendi şaşkınlığı diğer insanlara geçmişti. Heyecanla onu aradı ve bulduğunda sarıldı. ‘‘Ben de seni özleyeceğim Na-mii, kendine dikkat et. İlaçlarını ihmal etme.’’ Yanında birisi daha vardı. Topuzunda hilalden bir taç takan bembeyaz uzun ceketli, tilki yüzlü, balaban bir kadın dikkatle onu izliyordu. Az önce omuz atmış olabileceği Bayan BirşeyBirşey olmalıydı bu kadın. Hemen özür dileyen bir mimikle reverans yaptı. Namina’nın öpücük kondurduğu elinden pembe kalpçikler uçuşurken, ıslak ama eğlenen bir ifadeyle oradan ayrıldı. Bilekliğini çıkardı ve saçına toka yaptı. Hızla kapıya yöneldi. Yasak olduğunu öğrenmişti fakat eski bir hokkabazdan kulak arkası ettiği gibi ‘‘Ne zaman saklayacağını bilirsen, her sihir sahibini ilgilendirir,’’ biliyordu. Hayret nidaları etrafında çoğaldıkça yürüyüşünü sürdürdü. Ağızlarını kocaman açmış, hayatlarında ilk defa saç görmüşçesine afallayan küt saçlı kızlardan çelimsiz olanı yanındakinin canını acıtacak şekilde dirseklemişti. ‘‘Oah!’’ Renk skalasının dalgaları saçında birer nabız atışı gibi geziyor peşi sıra salon melisa ormanı gibi kokmaya başlıyordu. Başının arkasında yer çekimsiz dalgalanan saçları A-H-L-E-K-S-İ-Y-A-N-Z-A harflerini tamamladığında omzunun üstünden bir bakış attı ve ağzı bir karış açık bekleyen kızlara göz kırptı. Bu durumun keyfini çıkarıyor yine de gözü sarışın kızı arıyordu. Ve sonunda bütün iticiliğiyle hizasında ilerleyenlerin arasında göründü. Onu fark eden kız bozum oldu. Hırslanarak annesinin cebinden kalem boyutlarında bir çubuk çıkardı. Ucundan alev patlakları sıçratırken Ahleksiyanza tokasını çoktan bileğine gizlemiş, saçları eski düz halini almış ve kapıdaki krom kasklı arama gözcüsünden sağ sağlim geçmişti bile. Ama kızın kapıda takıldığını, gözcü ve ailesiyle tartıştığını hayal etti. Size söylüyorum, ateşli gereçle giriş yapamazsınız! 

KategorilerALE

© U. U.

error: