“Mutluluğun ve coşkunun kokusunu alıyoruz. Yalnızlığın ve korkunun kokusunu alıyoruz. Düşleri soluyor, kayıp ruhlara rehber oluyoruz. Biz efsanelerin gölgeleri, unutulmuş olanları bir kez daha sizlere fısıldıyoruz”.
Zamanın ardında oturur Noua (tanrı). Hepimiz ona tapınır, ışığın dansıyla gündüz güneşini selamlarız. Lakin unutulmaya yüz tutmuş kadim bir anlatıdır, Noua’nın kızıdır Güneş. Bizim tek gördüğümüzse ışığın korla savaşı. İhtişamla doğmuş Güneş, ışığı dalgalandırıp saçlarında, hayat bulurmuş. Bir gün Noua -kimilerine göre kıskançlıktan, kimilerine göreyse de unutulan bir sözden dolayı- lanetlemiş kızını. Bütün öfkesini ateş halinde kusmuş ve alevler sarmış gövdesini. Alevlerin arasında boğuldukça, bedenini acıdan kurtarmak için, karanlık boşluğun tamamına yayılmış Güneş. Böylece kızgın öfkenin alevleri yalnızca Güneş’in, saçlarında dalgalanır olmuş. Alevler boşluğun içinde –gücünü yitirmese de- Güneş’in saçlarının beyazıyla güreşmeye başlamış. Zamanla Güneş boşluğun tüm ışıklarının sahibi olmuş. Böylece dilekler ve dualar Noua’dan kendisine geçmiş. Bu sebepten Noua kendisini ilelebet terk ederek, bu kadim diyarda bir başına koymuş. Ama “gurur utancın pelerini” ya, Noua ardında bir tanık bırakmış. O gün bugündür, göğün aynası ve Noua’nın gözleri olarak bilinmiş Su. “Üstündedir aslında altındaki, nerede olursan ol görecektir yüreğindekini. Biz ruhların rehberi düşünüyoruz düşlerin içinde”…