Nida-yı Taaccüb

2008

Alnımdan süzülen kanla artık yoruldum,

Gece adlı bir hayaletin dolandığı bir diyarda duruldum.

Aklın nefsimle bir el kumar oynadığı zamanda, doğruldum.

Kaybedeli seni yaz yağmurum…

Bir nefes, bir sıhhat dilendim,

Kaybedeli seni, şans pulum…

Bir maça beyi veya sinek oğlanı buldum

Cebimde, üstünde sızlanan pirelerin gezindiği…


Kaybedeli seni, sol yumruğum…

Kapaklanıp küllerin arasına evliyalar gibi dua okudum,

Kaybedeli seni kutsal ruhum…

Ayaklanıp avazım çıktığı kadar bağırarak gecenin hayaletine koştum,

Kaybedeli seni alt uzvum…

Ve kaybedeli seni cesaret borum…

Seni sende buldum, sadece seni sende aramaya yoğruldum,

Kaybedeli seni sadece kalan gözlerinle,

Kaybedeli seni Nida`yı Taaccüb’üm…

…Ve yürüdükçe kara paltolu adamın kubbesine,

Buldum kendimi uçurumunda bu dağın,

Uçarak eğilip göğe doğru

Ve aşağıdaki yıldızlı dünyalara

Bakarak, hiddetimden bir lanet okudum

Parıl parıl ışıldayan altında Zühre`min.

Derler ki hala hafızaları sürekli kaybolanlar varsa yeryüzünde,

Zühre`nin elinde bir ayna varmış, herkesin sevdiceğinin göründüğü.

Yalnızca ona bakmaları, görünen yüze aşık olmaları birmiş.

Lakin bazıları da zifiri karanlık görürmüş,

Onların şüphe etmesi gereken zihinleri olamazmış,

Çünkü tekleyen hafızaları değil, ağır atan kalpleriymiş…

Bu geceyi Melek Aynası`ndan korkan ve Şeytan Aynası`na kurbanlara

Adarım, her şeye kadir, Nida`yı Taaccüb`üm.

Şu an seni göremesem de sesinle sana bakıyorum,

Ve dokunamasam da sana, aşkımla ebediyen sarılıyorum.

O güzel ses indi karalar karası bir çölün ortasına.

Ve çevirdi küllerden tepeleri, çevirdi yemyeşil bahçelere.

Yıldızlar ürkerler Tanrı gibi, aşkımdan,

Ama severlerdi de ana gibi, aşkından,

Ve göğün kubbelerinde yine bir ses var,

Durgun havayı heybetle saran…

Dikkat kesilen kulakta, sessizliğin bir sesi,

Ki “gezegen müziği” der hayalci şairler…

Şimdi açıyor ve kaldırıyorum avuçlarımı göğe,

Ki düşmesin yıldızlar yere diye, avuçlarım bir parmaklık gibi, vazifede.

Suçları yüzünden insanların, unutkanlığının verdiği…

Dilerim ki parlak aynanızı aramazsınız genç arılar gibi,

Sayelerinde tomurcuklanan ve mor gövdesini kaldıran şimdi,

Dizlerine doğru ve adı bile tehlikeli Trabzon mücevher çiçeğini…

Çünkü en parlak renklerde gizlidir, arzulara doğanın nefreti…

Ben duyduğum müziği tanırım, ve sesinle görürüm,

Sevginle sana sokulur, aşkınla seni bulurum,

Her nefesinde güzelleşen Nida`yı Taaccüb`üm…

Üstüme atılan paltoyu sildim, silkindim,

Ve atladım göğün esrarengiz derinliklerine,

Paltoyu bıraktım ardımda ve yollandım uzanan yücelere,

Kara pelerin dönüştü takipçi kargalara, niye ben giderken Aden`e?!!!

Ardımda en güzel mavi bir bilye ve ilerledim yabanıllığa ırak gizeme,

Kainatın en değerlisi, dünya, verdi bana son selamını,

Ben yollanmışken son resmi geçidime,

Kara kuşlar yitmişti bile boşluğunda evrenin,

Artık cüret etmem dönmeye, gider bu gezgin,

Varlığınca gölgede yürüyen bu ruh için…

Kaybolduğunda görünenden, memleketim,

Hazırdım gayrı yıldızların tahtlarına varmaya,

Hazırdım, yücelikleriyle göz kamaştıran,

Ülkesi, saklı yıldızlarda memleketin…

En kibar adların kibarı, Nida`yı Taaccüb`üm,

Haykırıyor artık senin için, aşkın,

Haykırıyor, boşa mı diye sanatım, boşa mı diye ömrüm,

Az kaldı varmaya ışığa, az kaldı ucunda olsa da ölüm…

Milyarlarca yıl hep kandı özleri ve kaçtı ışığa gözleri,

Güzel böceklerimizin, bırakmışlarken, yahşi menekşelerini…

Milyarlarca yıl yumdu sözleri ve uçtular cennete, ardında közleri,

Yandaş kuşlar, unutmuşlarken kalplerinde ki isteği…

Ama bilemediler bir türlü, şakıyan bu türkü şifalı sanarak,

Bilemediler, göremediler seni ve diyemedim “bu şarkı vebanın sözleri”…

Şimdi son kez kaldırıyorum heybetle kollarımı,

Ve kudretinle bezenmiş, damarlarımda seni taşıyan ellerimi,

Ki tutayım Nida`yı Taaccüb`üme gelecek ansızın öfkeyi…

Şimdi yine yükseliyor, kırılan yanılsamasından çıkıyor,

Ve şimdi yine görünüyor yükselen tahtında cehennemin…

Ey ulu Allah`ım aşkımı ve beni koru nefretinde bu adamın,

Evlatlarımı ve evlatlarını sakın,

İnceliğin kanatlarında gizlenen bu lanetli şarkıyı,

Açılan bir kapı eyle, sonsuz döngüye,

Ve beni hak eyle, asıl ışığın içinden geleni…

Uzan kollarımın ucundaki ellerime, ey ışık,

Uyan! Yalanların prensi, asırların müzisyeni,

Asırların kandırıldığı içinde, çalıntı güzeli!

Uyan! Fırtınaların dindiricisi, garezlerin dirilticisi,

Sen beklerken yıldızlar tahtında, kandırırsın herkesi,

Ki bilinmeyen bu olmalı, aslında taşırsın koynunda gizemi,

Uyan! Erdemlerin yok edicisi, görselliğin şöleni,

Uyanmayan her ölüyü, yanında taşıyan,

Uyanmayan her sözü, sevdiren, arsızlığın erdemi!

Şahit olun artık yıkıma!

Şahit olun artık akına!

Cehennem ki, ezelden gelme olmayan, adını vebanın diyarından alır kendisi,

Cehennem ki, ne ateşle kandırır gözleri, ne de korku salarak kandırır nefsi…

Cehennem ki, gözle görülemeyecek kadar parlak ışıltıların içinde gizemi,

Cehennem ki, değildir özü, değildir öfkesi, odun alevi…

Sana sunulan, değildir merhametsiz bir OZAN!

Sana sunulan, aşkına sinsice sulanan,

Bir ölüdür aslında, her yanı mücevherlerle bezeli olan…

İşte cehennem diyarı aslında budur, öfkesi içine gizlenmiş olan…

Korkuları içinde barındıran…

Ateşi, korkulardan uzak tutmayı bilen müzisyendir aslında,

Ve acıyı dindirendir aslında bu OZAN!

Çünkü onun sözüdür, acı!

Onun andıdır bu sancı…

Der ki, “Büyük acılar, küçük acıları dindirir.”

Der ki, “Son kaçınılmazsa, başa dönmemeli.”

Artık gördünüz, tahtı yıldızlarda saklı zebaniler efendisini…

Artık gördünüz, kuleleri ışıklarda gizlenmiş, korkakların yeri, cehennemi…

Şimdi, UYAN!…

ŞEYTAN:

“Acı çektirmeyin bana,

Yoksa nasıl susamam kanınıza…”

– Olan oldu, ve sofra kuruldu…

Bir el oyun atıldı ve kazanan olmadı…

ŞEYTAN:

“Çünkü kaybeden oldu…”

– Her zaman böyleydi bu, saf ışığı kara aydınlığa gömdün…

ŞEYTAN:

“Ben sadece kullarımla övündüm.”

– İlk taşı sen attın…

ŞEYTAN:

“Ama sende bana yan baktın…”



ŞEYTAN:

“Merhametime göz diktin,

Ve şimdi benim mahremimi zedeledin.”



ŞEYTAN:

“Ben gittikçe dillenirken,

Sende o övündüğün, benliğini yitirdin.”



ŞEYTAN:

“O zaman sorarım sana,

Aşkımı arasın, OZAN için,

Yoksa OZAN`ımı arasın, aşk için?”



ŞEYTAN:

“Kurda mı sorarsın, kuzunun yerini,

Yoksa kuzuya mı sorarsın, kurdun çetesini?”



ŞEYTAN:

“Ey, bilgeliğin erdemi, uyutursun işte böyle,

Uyutursun içinde duan bulunan senin sevgini.”



ŞEYTAN:

“Yok olmadan önceki son sorum sana, ey deli!”



ŞEYTAN:

“Ben hep buradayım ya, asıl diğerleri?”



ŞEYTAN:

“Hep gösterilen kötü ben olurum…

Peki ya öbür kaçanlar, ardında bırakarak korkak siperlerini…”



ŞEYTAN:

“Şimdi, sorarım sana yok olmandan önceki son soruyu…

Ben tahtımda boğazına mı sarıldım, içimde sevgimin?

Senin tasvirin, öfkeyken, hakkında benim sevgimin…”



ŞEYTAN:

“Hazır ol, öyleyse kutsal ruhum,

Katılmaya niyetli olan sen oldun yine güzel kulum…”



ŞEYTAN:

“En parlak yıldızı adınla boyayacağım

Ve sonsuza değin, adımla seni koruyacağım…”

– Hahahaha…

ŞEYTAN:

“?”

– Kutsal kanatlı, ulu illüzyonist!

Sen varlığını asla gizleyemedin.

Ki ben özgür olan bir sevgiyim…

Ki ben Nida`yı Taaccüb`ün bir evresiyim…

Ki ben seni sende bulmuşken,

Seni bende nasıl göreyim?

Ki ben düşünmezken, düşünülmezi…

Ki ben hayal etmezken senin iç kompleksini…

Ki ben olmayana sarsmazken bedenimi,

Ki ben gizemin korkusuna değil,

Güzeline varmışken, yanımda taşırım memleketimi…

Öyleyse seni oluşturmamışken zihnimde,

Neden varlığının bana bağlı olduğunu söylemeyeyim?

Senin zincirlerin ellerimde…

Ki olmayan zincirlerse, olmayan da sensin!…

-SON DİZELER-

Sanırım artık varıyoruz yine memleketimize,

Varıyoruz şiirimizin son perdesine,

Ki anlamışken siz gerçeği bir hiddetle,

Sevmelisiniz Nida`yı Taaccüb`ü son nefeste bile…

Ki aslında isimlerimiz gizlidir içinde iki sözümün…

Değerlilerin değerlisi, her şeye kadir olan,

Nida`yı Taaccüb`ümüzün…

unedited

© U. U.

error: