"Kendimle uğraştım bütün ömrümce; kendimi inceledim kendi yapıtım aynalarda. Gün geldi yalnız ben yaşadım, bir tek ben vardım var olan. Kendimi gördüm kitaplarda, kişilerde, hatta duvarlarda: sonra kahramanca bir umursamazlık kapladı içimi, kahramanca bir hafiflikle o gezgin ruhumu kumara sürdüm ve üst üste kaybettim."
Selçuk Tunalı
Geçit vermez pişmanlıkları yolundan sapanların, tan vakti meydanlarla baş başa konuşanların, yağmurda koşup da toprakta boğulanların, bir tutam zehir için umut ekenlerin ve ötekilerin krallığında yazgılarını zincirleyenlerin. Beni çepeçevre saran, yumuşak ve koruyucu bütün katmanlarıma…
Samimi olalım, hakikatin izinde ne denli yol kat ettik? Kaçını ardımızda bıraktık perdeleri kapalı pencerelerimizin, hâlâ bir yerlerde volta atan hayaletlerimizin? Ters düz olmuş çocukluğumuzun yetişkinliğinde zamanı neden üzerimize yığılan bir zindan görerek her yöne parçalamak istedik? Çok değil bir kulaç atışı mesafede değerli hayatımızın döngüsü.
Bir zamanlar işte o hayatların birinde kutuda bir çocuk doğmuş. Ebe koymuş ana rahmine onu. Çocuk, gözlerini ilk ebeye yummuş ve kutunun huzuru bulabileceği bir anne olmasını ummuş. Ebe emzirmiş onu, kutu avutmuş. Yürümeye başladığındaysa sığmamış oraya. Elinden tutmuş baba, daha geniş bir tane yapmaya koyulmuş ve ondan sonra baba yokmuş. Yuva annelik yapmış, kendi pisliğiyle birader olmuş. Mutluluğunu kıskanan şarkılar küsmüş, çocuk konuşmayı unutmuş. Seherde donakalmış dört bir yandan yükselen hayalleri, çocukluk kanatları kurumuş. Yine de elleriyle ayakları dost olmuş, kardeşinin omuzlarında kutunun doruğuna tutunmuş. Orada kafesiyle tanışmış, babanın sureti gözlerine dokunmuş. Gölgesi vurmuş yüzüne kaderin, ona nefret duymuş ve çocuğu biçare saflığı avutmuş. Bir ömür, iki ömür, üç ömür… Zaman zamanı yutmuş, ecelle ece uykularında kavuşmuş. Baba ölmüş fakat ölmemiş hâlâ kutuda, kutu yok orada yeni tıraş olmuş, baba yıkılmış duvarların kokusunda. Anne ölmüşmüş ancak ölmemiş, ölmek istemiş, öldürmeyen Allah öldürmezmiş, ölümü kandırıp geri gelmiş. En nihayet kucaklamış anne kalan parçalarını yuvanın, sokağa atmış. O günden itibaren ispinoz olup sırra kadem basmış. Çok ağlamış ebe çocuğa, çocuktan bile çok ona. Sevildiği bir cennet kadar yakın ve bir o kadar uzakta. Tembel bir akşam kısalığında ebenin hatırına söz olmuş, tat olmuş bütün hafta ve günlerden bir gün suspus olmuş kelimeler, bırakmış sonunda onu eller. O gün ilk olmuş, o gün son olmuş ve hayat çok zormuş. Çocuk, bir delikanlı olarak yeniden doğmuş, ismini Musto koymuş ve sonra her yer ona kutu olmuş, yuva olmuş, dünya kocaman bir Musto olmuş.
Kim bilir belki de bir gün, bir kitap sayfası olur çevrilir benim de yüzüm.
Altı gündür aralıksız köpürüyordu rögar kapağı. Kılıksız bir adam gece yarısını tam beş geçe cigarasını tüttürürken o adı mırıldanıyordu. “Gölgemür.” Viyadüğün dibini inleten acı öksürük onu iki büklüm yapana değin de öylece bekledi bir subayın vakarıyla. Musto’nun baştan aşağı sırılsıklam olsa da rahatını umursayacak zamanı yoktu. Üstüne üstlük kolundaki saatin ne zaman durduğunu dahi hatırlamıyordu. Zaten onu izleyen onca saniye, durup da bunu düşünür müydü? Yaşlı, kelli felli bir adam olmadık yerlerde karşısına dikiliyor, ödünü koparıyordu. Bu yüzden bütün gün sopa yutmuş gibi ahalinin arasında geziniyor, musibetin mesken tuttuğu tenhalardan uzak duruyordu. Onunla her karşılaştığında beti benzi atıyor, nefesi daralıyor, histerik bir çılgınlıkla dik durmaya çalışıyor, ikircikli hakaretler savursa da çoktan kalbine saplanmış tohumdan durdurulamaz bir korku filizleniyordu. Gündüzleri gittikçe sıklaşan ziyaretler akşamları da devam edecek diye yüreği küt küt atıyordu. Ne var ki mağlubiyetini belli etmemeye de yeminliydi, hiç olmazsa kendini teskin etmenin en kolay yoluydu bu. Gerçi o gece -yığıntı çöplerin dağ olduğu kuytu bir duvarda- gördüğü düş, ihtiyarın geceleri de hoşsohbetlik dolandığını anlatıyordu ve sadece o günün değil de önceki uykularında da oradan oraya durmadan önünde beliriyor, bir nevi Musto’nun öteden beri şahit olduğu, sonra da unuttuğu bütün düşlerin karabasanına dönüşüyordu. Tekinsiz adam, kimi zaman mesafe tanımıyor, rüzgâr olup Musto’nun bakışları dibinde bitiyor, kimi zamansa kalabalıklar asa vurulmuşçasına açılıyor, çoktandır tanıdıkları o uğursuz zat peydahlanıyordu.
Gün ağardı. Güvercinler saklanmıştı. Pervazlara tünemiş birkaç kediden başka canlı hiçbir şey yoktu. Apartmanlar, özensiz dizilmiş basamakları andırıyor, sıkboğaz edilmiş mahalleler yüksek tepelerden bulutlara kavuşuyordu. Serin sabahla güreşen güneş pes ediyor, ufuklardan aşağılara akan başına buyruk bir sis kümesi manzarayı yutuyordu. Viyadükten çağlayan şelale meydanı dövüyor, çatı olukları harıl harıl çalışıyor, sokakların bohça ettiği çamur yuvarlana yuvarlana aşağı mahalleleri boyluyordu. Fokurdayan balçıktan çıkan inilti boğulmak üzere olan rögarın son bir gayreti olmalıydı. Geçen hafta bugün, beşinci bir mevsim kılığında hayatın döngüsünü alt üst etmişti kara bulutlar. Aynı gün fötr şapkalı adam bir elinde baston, diğerinde şeker, gulyabani misali hortlamıştı. Babası değildi, iyi ki de benzemiyordu, hani benzese delirmiş olabileceğine inanırdı ya, neyse.
Kumrucu çıkageldi -ona böyle derlerdi,- benzer meseleler.
‘‘Gene sayıklıyordun.’’
‘‘Bir tane versene,’’ dedi Musto anılarını yad eder bir edayla. Sabahın karanlığında kumrucusuna selam verdi, selamını aldı. Gönlü hoş, karnı açtı.
Bir kişi, yani kendisi, böylesine kısa vadede değerini yitirmekten, elini eteğini gençliğinden çekip de göçüp gitmekten ölesiye korkmuyor muydu? Öyleydi elbet lakin son günlerde dehşetin bile saçları ağarmıştı. Onu tanımayan oysa, ‘‘Musto,’’ diye seslenen yüzlerce surat şimdi neredeydi? Konserve kutusu evlerinde bozulmayı mı bekliyorlardı?
‘‘İyi hadi, gel madem. Biz öyle zartçı, öyle hilebaz değiliz!’’ diye böğürdü sokakları inleterek Musto. Birkaç lamba peş peşe söndü. Kollarını iki yana açtı. ‘‘Yurdumuz belli, ezanımız çoktan okunmuş. Kısmet diye, soluklarımızı tesbih sanarak çekmişiz biz Babaoğlu!’’ dedi yağmur çiseleyen semalara haykırarak.
Derken esintiyle çıkageldi, işte, metruk bir damın ucunda siyah bir uçurtmaymışçasına salınıyordu ucube. Bir anda, adeta yemin etmişçesine devasa bir güruh halinde işlerine güçlerine gidenler, mektebine koşanlar doldurdu sokakları ıstırabının adını fısıldayarak. Gölgemür azametle onu seyrediyordu.
‘‘Güneş de doğacak unutma. Ona uçmaya var mı kalbin? Senden de büyük yukarıda, hepinizden büyük ulan!’’
Velhasıl ondaki vakur duruş dayanılmazdı. Yükseklere pürdikkat kesilmiş, arkaya doğru sendelemişti Musto. Ayakları geri geri gidiyor, ihtiyarsa tehditkâr adımlarla biraz daha yaklaşıyordu. Soğuğun öyküsü dişlerini takırdatırken çatıdakinin sarındığı yumuşak atkı keşkeleri oluyor, Musto’yu boğuyordu.
‘‘Kör, topal, çolak neysem ne. Kopsa da afet-i tabiat, zalime diyetini ödeteceğim,’’ dedi tükürükler saçarak. Gel gelelim o kararlı bakışların altında ezilmeye başlıyordu Musto, boynunu büktü ve çamur içindeki üstüne başına baktı. Avuçlarında geçmişin derin yarıklarını arıyordu. Doğduğu günün haftasında da güneşi yutmuştu fırtına bulutları ve durmaksızın yağmıştı yağmur. O gün sağ kalmıştı, yalnız bu sefer kaçamayacaktı besbelli. Daha bunların hiçbiri olmadan öncesini anımsadı. Farklı bir Musto mu olmalıydı? Peki ama ne adına? Canını kurtarmak için başkası olmayı mı seçmeliydi? Belki öyle, belki de değil. Sonuçta durduğu noktadaydı. Kumrucu sümkürdü. Parmaklarını kabanına sildi. Gözleri kan çanağıydı. Çöpleri karıştırmaya yeltendi. Dizleri boşaldı. Kimseyi duymuyordu. Ardından çöplerle kucaklaşıp aralarında kayboldu. Musto da gitmeli miydi oraya, her bir dünyanın torbalanıp çirkinleştiği, sımsıkı ağzı bağlanmış, fırlatılmış ve bir daha yüzüne bakılmayacak -kimisinin etrafa saçıldığı kimisinin de çözülmezce yer kapladığı- belki de ait olduğu o yere? Tepesine çıkıp bağıra çağıra son bir söylev daha mı çekmeliydi, birileri onu anlar diye? Bir nefes koyuverdi Musto gayretini teselli edercesine. Rögar kapağının ritmik hıçkırıkları tükenmiş, balçığa boyun eğmişti. Aniden kaçmayı düşündü, göğe kaldırdı kafasını. Saçaklardan aşağıya süzülerek iniyordu silüet. Gözleri fal taşı, açıldıkça açılıyor, kazulete dönüşen kapkara olmuş yüz yaklaştıkça Musto taş kesiliyordu. Babası, annesi, ebesi, çocuk, delikanlı ve kendisi, bütün insanlar bulanıklaştı. Artık herkes çok hızlı, zaman çok yavaştı. O çırpındıkça yumruğu sımsıkı tutuyordu yüreğini, kaçacak bir yeri vardı da sanki. Boylu boyunca çoktan yere serilmişti. Öylece olacakları beklerken üzerine kapanan karanlığı umursamıyordu bile. Gözlerini yumdu. Sonunda Gölgemür’le burun burunaydı. Dağa bir taş daha kondu.
“Kalksana oğlum. Amirim, bu uyanmıyor…”
unedited