‘‘Buyur abi, nasıl yardımcı olayım?’’
‘‘Yastığınız var mı?’’
‘‘Yok maalesef. Pardon sen yalnız mısın abi?’’
‘‘E-evet.’’
Öylece baktı yüzüme ve işte muavin gidiyor, hep aynı -koridorun karanlığında belirsizleşen- şaşkınlık ifadesini de yanında götürüyor. Sırt çantamı dirseğimin altına yuva edeyim. Kendimle baş başayım gecenin içinde. Başımı yanıma çevirsem, ah yine ben (ve otobüsün her karesine sinmiş yanık parfüm kokusu ve toroslara tırmanan bir Sisifos 303’de, temrin ettiği her virajda zangırdayan buharlı camlar ve de sinirli, boş koltuklar)…
Ejderha kükrüyor horul horul, çığlık atıyor zevkten bir elektro şövalye düşünde, bana mısın demiyor müziğinde. Coşkunluk hissine rağmen suspus olmuş çenem, açılmıyor. Her şey o kadar tanıdık bir gelecekten ki, çölü siliyorum zeminden cebimden çıkardığım mendille, buz tutuyor hiçlik…
Kulaklığı boynuma düşürdüm yüzümü ararken, tüylerimi ürperten bir titremeyle gözlerimi açtım. Uyku sarhoşluğuma rağmen tiz bir kahkaha duyduğuma emindim. O kadar emindim ki başımı bu sefer çelik grisine dönmüş camdan kurtarıp soluma çevirdim. İçimi misk bir koku mandalina bahçesiyle dolduruyordu. Tam karşımda ne kadar da tatlı uyuyordu kız. Nar kırmızısı pançosunun içinde kaybolmuş, gözleri yumulu kendi camından huzurlu görünüyordu. Bacaklarını, bir görünüp bir kaybolan botlarını gizliyor karanlık. Saçlarından aşağı sarkan tek bir uzun tüy, gümüşi bir göz gibi beni izliyor sanki. Başımı çevirdim, camın buğusunu dağıttıkça yüzümdeki tebessümü daha net gördüm. Uzayın derinliklerinde parlak ışıltıların bir görünüp bir kaybolduğu mekiğimdeymişim gibi hissettiriyor gece. Başımı çağırdı bir görünmez el, ah bu koku…
‘‘Aaaah!’’
Vahşi iki parıltı… İrkilmeme sebep kocaman açılmış iki yeşil göz, koridora doğru kaymış bedeni, kolları iki yanda, önündeki, berisindeki koltuğa tırnaklarını geçirmiş uzun biçimli parmaklar.
‘‘Ahahahahahah’’
Korkutuculuğu hızla kayboluyordu kahkahasında, yanaklarına al geliyor, gamzeleri belirginleşiyor, dudakları hafif bir kızıllıkla oynaşıyor, alnındaki çocuksu açıklık, ışıltılar kapladıkça kumral saçları gittikçe bal rengine kavuşuyordu.
‘‘Tanımadın mı beni ?’’
Tanımaz olur muyum?
‘‘Melda!’’
Sımsıkı sarıldık.
‘‘Ne uzunmuş gece’’ dedi, koltuğun büyüyen gölgesi yüzünü, dalgalı saçlarını yavaş yavaş kapatırken, gözleri kısık, burnu havada. Bıkkın bir nefes koyuverdi ve aniden sırtını yasladı koltuğunu esneterek. Bu arada saçları muntazamca savrulup yerini buldu. Dizlerini kırdı iyice yerleşerek,
pançosuna tekrar sarındı. Gözlerimiz dalgın dalgın kesişti yol boyu. Saçlarının önündeki uzamış tüyünü okşuyor, bir şarkı mırıldanıyordu. Benim dinlediğim şarkı…
‘‘Bu o mu?’’
Hafifçe başını sallıyor, tempo tutarak katılıyorum şarkısına.
‘‘Carry on my wayward son…’’
Keşke parfüm sıksaydım bende…
– MUUT! Yarım saat ihtiyaç molası!
Bu serinliği sevmemek elde değil.
‘‘Bir tane de ben alabilir miyim?’’
Sigara içiyordum, doğru ya. Sıska bir ergenmiş muavin, daha yeni görüyorum.
‘‘Ateş versene birader’’
‘‘Nabacan abi?’’
Dedi sırıtarak. Gözlerine yaklaştıkça kaybolur insan, öyle boş, amaçsız, mutsuz ya da görmüş geçirmiş, bıkmış, usanmış ya da bana acıyor velet.
‘‘Benimkinin gazı bitmiş.’’
Ceketinin ceplerini yokladı, içindeki yeleğe baktı, kibrit buldu, sırıtarak uzattı. Yaktık tabakamda beklemiş kulüp sigaralarını. O ne içişti. Özlemişim seninle içmeyi.
‘‘Ne uzunmuş yol… Hep şu kaleye gitmek istemişimdir Sinan. Bana hep ürkütücü gelmiştir ama çok da güzel, ışıl ışıl. Sanki tırmanabileceğim merdivenlermiş gibi çıkıntılı duvarı, tam tepesine vardığımda beni atacakmış gibi de heybetli ve mağrur. Sence tırmanabilir miy…’’
‘‘Hayır!’’
Tadını alamaz hale geldim sigaramın. Attım yere sönsün. Birbirimize baktık, sonrasını biliyorum…
‘‘Abi kibriti alayım. Sigara verim mi?’’
‘‘Yok içtim ben, eyvallah sağ olasın.’’
‘‘Ya abi sen niye dört koltukta yolculuk ediyorsun?’’
‘‘Seviyorum…’’
Sırıtarak gitti. Zamanımız az biliyorum. Burada kalacaksın. Yıkılmaz bir kale gibi cesaretinle yine deneyeceksin. Hep… Ve her seferinde fethedeceksin bir kez daha.
‘‘Üşüyorum Sinan. Otobüse binelim mi?’’
Hıh hıh. Burada inenlerden sonra hepi topu bir avuç insan kalmışız koca otobüste. Vaktimiz az değil mi?
‘‘Evet, gitmek zorundayım. Bunu sana vereceğim, beni hatırla diye.’’
Ay gibi parlıyor sanki tüy. Büyümüş… Elime konduğunda tüm güzelliğini yitireceğinden korkuyorum.
– YOLCU KALMASIIIN!
Şişman şoförle bakışıp gülüşüyor sıska çocuk. Tıslayarak giriyor otobüse. Belimize kadar dolanıyor gövdesi. Birbirimize sokuluyoruz acı içinde. Elimdeki tüye bakıyorum, bakıyorum. Bakıyorum…
Kırmızı kuyruğunu yere savurarak kükrüyor ejderha. Sanki düşünden uyanıyor… Öyle bir gürlüyor ki göklerden cevap gecikmiyor. Elimdeki tüyün bakışı yeşil yeşil bir Melda olarak kulağıma fısıldıyor.
‘‘Hadi sırtına binelim.’’
‘‘Nereye gitmek istersin’’
‘‘Yıldızlara… Dünyaların üstünde yürümek istiyorum.’’
Ejderha çölün kum dağından kudretli başını kaldırıyor, sarı bakışlar bizi bekliyor. Dikenleri gövdesinde tüy gibi hafifleyerek bir iniyor bir kalkıyor. Şimdi homurtusu ile gövdesinin altında ezilmiş kumları dağıtıyor. Sırtında kendimize yer edindik. O kükreme bize ulaşıyor ve havalanıyoruz. Güneşe doğru gecikmeden uçuyoruz. Önce masmavi kızıllık sonra derin bir mavide geceyi tanıyoruz. Ve sonrada engin bir siyahta kıpkırmızı alevlerden bir yol çiziyoruz…
Benim biricik güney hayaletim. Dağlarının esintisi hala yüreğimde. Minicik küpesini aldım elime, muavin geveze ağzını açmadan son kez dokundum tüye, aynı yerine yerleştirdim ceketimin. Üst raflardan akide şekerlerini indirdim, pardösümü giydim. Sırıtan çocuk perdeleri düzeltmeye başlarken gün doğumunu izlemeye koyuldum. Göz göze geldik, suratı osuruk kokusuyla birlikte uzaklaştı. Yüzüm ekşidi, sonra aniden mandalina kabuğu kokusu kurtardı ciğerlerimi.
– ERDEMLİİİ! HAYIRLI OLSUN!