Nehir

Her seferinde birkaç kilometre daha yaklaşan en az on iki tane şimşek patlaması saymıştı. Yağmur da bir anda bastırdı. Bütün bu gürültüyü içinde de hissediyordu. Gece ormanı yutacak gibi ürkütücüydü ve güzel sayılabilirdi. Bir kulağı alabildiğine alacalı, orta boy davet çadırının dibinde beklerken, hemen ardında yağmurun akşam parıltılarını izliyordu.

Penceredeki gölge oyununda beliren göbekli adam neredeyse her şeyi bastırır bir kükreyiş koyuverdi. Adamın sesini izleyen birkaç saniyede yerli kadın da uyumlu sesler çıkarmaya başladı. Yerinden hoplayarak korku ve tiksinti karışımı bir bakışla pencereden içeriye göz attı.  Şimşekler gün ışığının cılız bir taklidini sunarken korkunç bir siluette kimliğini belli etmiş, bu sefer kadının sesi, korku çığlığına dönüşerek adamın boş bakışlarına karışmıştı. Sırılsıklam kıyafetine aldıracak zamanı yoktu, önünü bile göremediği karmaşada gözlerini gömlek koluna sildi. Aniden bastıran yağmurla birlikte başlayan koşuşturmaların arasında, kalbinin ritmi anbean bozuluyordu. Acımasızca ve dikkatsizce günlerdir beklettiği ama işte oracıkta aklının bir ucunda hiç uyumadan durmuş, cevap bulması gereken o rahatsız edici gerçek bir çadır ötedeydi. Aradığı şefin çadırını sonunda fark etmiş, çamurun içinden, pencerelerden özenle eğilerek geçti. Çoğunun ışığı bile yanmıyordu ama büyük çadırda bir hareketlilik başlamıştı. Zamanı sanki git gide tükeniyordu. Böyle diyordu kendi kendine ‘Ya bu son şansımsa’? Gerçekten bu son şansı olabilir miydi? Bir adamın izinde Amerika kıtasına kadar gelmiş ancak hiç güven vermeyen tavırları ve yakalanmış bazı küçük yalanları yüzünden maceraperest yapısı, küçük bir çocuğun şüphesine dönüşüyordu. Bu adamın bahsettiği arkadaş grubunu hiçbir zaman görmemişlerdi. Yol boyu gördükleri tek şehir insanı bir çocuğuyla döküntü bir evde yaşayan kadındı ve görünen o ki kadın zaten adamın metresiydi. İşte! Başına kapattığı dev yapraktan boynuna bardak dolusu soğuk su döküldü. Dişleri sızladı, tam karşısında ateş başı sohbetten kalkmış adamın şef çadırının içine girişini gördü. Çadırın yakınına doğru süründü. Birkaç çadırı gizlenerek geçti. Nihayet çadırın buğulu penceresine başını dayamıştı. Şef ile bir alışveriş hakkında konuşuyor olmalıydılar. Adamın konuştuğu dilini çözmesi zaten epeyce onu zorlamıştı şimdi de bu yerli dilini nasıl anlayabilirdi? Önceki köyde olduğu gibi ona kurşuni renkte sıcak taş veriyorlardı. Bunu taştan çıkan dumana bakarak tahmin etmişti. Bir nevi pişmiş taş gibi duman tütüyordu bunlardan. Adam taşları sırt çantasına doldurup yoluna ediyor olmalıydı. İyi de ödemeyi nasıl yapıyor olmalıydı? Önceki köyde onlara içi siyah fas çekirdeği dolu bir çuval vermişti. Yoksa onlar başka bir şey miydi? ‘Düşün, düşün, kafanı çalıştır’ dedi kendi kendine. Fas’tan çekirdek ticareti yapmanın akıllı bir yanı olsa bunu zaten ilk olarak kuzeni Kontra denemez miydi? O çuvalın içine her ne koyduysa ‘sanırım’ dedi kendi kendine ‘kaçakçılık’ yapıyor olmalıydı diye düşündü. Kontra da bu tip para kazanma işine girdiğinden bahsederdi ama asla kirli işlere bulaşmamıştı. Hatta bir işi bu sebepten bırakmışlar antika kaçakçısı mısırlı bir tüccar olan Manud adlı adamın ölüm listesine bile girmişlerdi. Bu adamda kazanç kapısını çoktan kurmuş olmalıydı. Ama bu kazanç esnasında kendine biçilmiş rol, ölümcül olan rol? GÜM! GÜÜM! GÜÜÜM! Üç gürleme sesinden sonra nefes alışverişini kontrol edemez hale geldi. Adamların konuştuğu dil tekrar yabani İngilizce’ye dönmüş şef de o dili konuşmaya başlamıştı ve bu çok garipti. ‘Kızı… bulacağım…’ diyen adamın onu bu vahşilere teslim edeceğini artık anlamıştı. Her yerde tekrar ayak sesleri duymaya başladı. İnildeyen sedir kuşları bile ayaklanmıştı. Anlamadığı bir dilde öfkeyle bağırıyorlardı. Halen köle ticareti yapılıyor muydu? Anında koşmaya başladı, öylesine muazzam şekilde eğilmişti ki hiçbir pencereden onu gören olmadı. Çadırların ışıkları bir bir yanarken o kayıklarının olduğu ahşap merdivenlere doğru koştu. Bağırtıların ona mı yoksa başka bir eğlenceye mi olduğundan emin değildi, sadece ümit etti. Bir feryat mıydı yoksa nefret çığlığı mı anlaşılmıyordu. ‘Aleksia!’ İsmini bu şekilde telaffuz etmemeliydi. Bu adı kimse bilemezdi. Kontra ona takma adıyla seslenirken adam duymuş olmalıydı, ta çocukluğundan kalma bir isim… Öyleyse tüm bu tesadüfi karşılaşma hikayesi yalandı. Adamın bir tuzağıydı. Şimdi bu vahşilere kurban mı olacaktı. Onu kesecekler miydi, önce tecavüz mü ederlerdi? Kayığa vardı, ipini çözdü ve içine atladı. Hala sırt çantasını görüyordu. Gökyüzü görünmüyordu. Göğüs fenerini kısık ayarda açıp bir iç çekti ve çantayı su dolan kayığa boşalttı. Suyun içinde kabarcıklar çıkaran taşlardan bir tanesini hızla yere çarptı ve parçaladı. Ancak içinden ortaya çıkan şey altın, gümüş veya elmas gibi değerli taş değildi. Beyaz uyuşturucu olmalıydı. Bu tozu üreten bunlarsa satan adamdan başkası değildi. Tüm taşları toplayıp çantaya attı kayığı akıntıya bırakırken çantayı sahile doğru savurdu ve kalbinin gürültüsünden bayıldı. Akıntının şiddeti o kadar huzur verici okşayışlardı ki. Gördüğü bu düşte annesi Kassandra ona güzel sözler fısıldıyordu. Saçlarını biçimli ellerinde tarıyor, Fulia ise resimlerini çiziyordu. Masaj yapıyor gibi başını okşuyordu annesi, derken ‘küt’! Vurdu kafasını. Neredeyse kayıktan uçacaktı bu dalgalanmada. Hemen doğrulup sıkıca tutundu kayığa, küreklerin tamamı suya düşmüş olmalıydı. Motorun çalışması için gereken talimat anahtarı ise sırt çantasında kalmıştı büyük ihtimalle. GÜM! Göğü parçalayan bir ses inmiş ve yağmurun sesini sanki alıp götürmüştü. Irmağın şiddetini hissetmiyordu bile. Sağır edici bu gümbürtüde alevler içinde kalmış ormanın yakası yağmura inat korkutucu bir kırmızı renge bürünmüştü. GÜÜM! Bu sefer daha yakına bir yıldırım çarpmıştı. Asırlık kızılçam ağacı tüm gövdesiyle kömür gibi kararmıştı. İçten yanma dedikleri olaydı bu. ‘Ya şimdi suya düşersem’ diye düşündü ve hemen karşı kıyıya çıkması gerektiğini hatırladı. Ama nereye gidecekti? Nasıl kurtulacaktı buradan? Dev ormanın ortasında kiralık katili olan bu adamı atlatacak kadar enerjisi kalmış mıydı bakalım? Yüksek sesle bir bağırış işitti. Öylesine korkutucuydu ki bu bağırış, sanki içinde nefreti barındırıyordu. Ardına düşmüş olmalıydı. Eteğinin ucundan t ipini çekerek kopardı. Şok emici gemler iç kıyafetini sardı. Gündüzden farksız bir parlamada çantasından bilekliklerini taktı, son bir gayretle kendini ölümün nehrine bıraktı…

‘’Yardımm-MM EDİN!’’ Üzerine kapanmış bir gelecek dolusu yük. Bu neyin yükü? Geçmiş seni soluğunda yutacak. Diren… Sürekli küçülen bir anaforun hapsinde sanki dünyadan o kadar çok uzaklaşmıştı ki… Karanlık bir derinlikte nefes almaya çalıştıkça aslında neyi soluduğunun bile farkında değildi. Kayaların darbelerinden bir tek başını koruyabiliyordu. Coşku ve öfke dolu bir yılanın midesinde gittikçe daha da dibe batıyordu sanki. Bir aşağı bir yukarı… Bir anda havada asılı kaldı, net bir şekilde kendi bedenini görebildi. Parlayan bir bulut gibi alçalırken şakaklarından inen başlığına dokundu. Başını örten bu korumayla kaybolmadan bu kazandan kurtulabilirdi. İçine düştüğü karmaşada sanki zaman bile durdu. Bütün bir sessizlik içinde -oysa yalnızca yıldırımın oyunuydu- yolunu net bir şekilde gördü. Bir an için her şey o kadar netti ki… Kollarını çok güçlü savuruyordu ve kıyıya yaklaştığını fark edecek kadar yüzeye çıktığında kendisi için yüksek bir çığlık kopardı. Bu coşku dolu sevinç çığlığı ayrıca dehşeti üzerinden atmak isteyen kâbus gören birinin de çığlığı olmalıydı. Ama işte orada tüm hıncını almış nehirden bir adım uzakta hayat o kadar da net yollar çizmişti ki. Yalnızca lambaların loş ışığında saklanmış küçük bir iskele direniyordu geceye. Çocukların sesleri titreyen bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. Ancak gözlerinde aynı gülümsemenin yerini korku almıştı.     

KategorilerALE

© U. U.

error: