Bunca zamandır aynı manzaraya baktığımı şimdi fark ettim. Çimenler vadiden gelen esintiyle birlikte dalgalanıyor. Gelincik çiçeklerinin arasında yol edinmiş üç serçe kuşu birbirlerini kovalıyor. Yaban arıları seçtikleri çiçekleri birer birer yokluyor. Gün ışığı ufuk çizgisinden nehir boyunca dalgalar halinde yayılıyor. İnce bir sızı olarak başlayan sırtımdaki çantanın ağırlığı omuzlarımdan belime doğru derin bir ağrı olarak iniyor.
Durduğum yerde genişlediğimi hissediyordum. Sen de bilirsin insan yalnızca koşmak için durmuyor. Bazen durmak, küçülmüş dikenli bir geçmişi de yanına çağırıyor. İşte huzur arayanların beslendiği yemiş böyle tatlı ve acı oluyor. Tıpkı güney sularının kokusu gibi tüm bedenini sarmalıyor, seni büyütüyor, kocaman yapıyor. Yukarılara doğru uzadıkça gövden, bir parçansa seni aşağıda bekliyor. Bu yüzden zamanı geldiğinde geri dönüp bütünleşmek için tekrar küçülmen gerekiyor. Sanırım bu kadar yeter… Yürümeye devam edeyim. Yanıma on yedi günlük tam erzak aldım. Bugünü saymazsak on altı… Dinlenmek için durmam gerektiğini biliyorsun. Daha üç lunin (lunin: yaklaşık üç çeyrek saate denk gelen bir ölçü birimi) olmadı öğle çayını yapalı. En azından yeşilliği geçene dek hiçbir şey tüketmeye gerek yok. Yine de arada bir iki sap asildot otu çiğnemekten zarar gelmez. Tadını hiç sevmem ama çocukluğumun en hatırımdaki kısımlarında bu tadı acı bitki sürekli hayatımdaydı. Sırt ağrılarım için tedaviye her götürülüşümde ağzıma tıkıştırılırdı çünkü. Beni uyuşturmazdı, ama bir nebze acımı unuttururdu. Şu an anımsıyorum da ağrılarım ne çok acı vericiymiş. Şimdiyse sırt çantamda saklıyorum hepsini… Çünkü ya bu sırları sırtımıza alır yolumuza devam ederiz ya da ardımızda bırakır kayboluruz… Bu çok güzel bir çiçek. Adı luenda firemantosium… Üç yıkımdan sonra yenilenmiş bedeniyle rengini bulmuş bir çiçek. Yani evrimin son harikası… On iki yapraklı, dışı şeffaf pembe, orta kısmı açıktan koyuya çalan yarı şeffaf kırmızı ve merkezi parlak mor bir çiçek. Su bitkilerini anımsatır ama değil. Islak gibidir, parlaktır, ışığı yansıtır, nadirdir, genelde birbirine benzerdir yaprakları. O kadar… On ikiden fazla yapraklı luendalar için uğursuzluk getirdiği söylenir, hatta bir ara kuzenim on üç yapraklısını gördüğüne yemin bile etmişti. Ne hikâye ama ne az ne fazla, oysa hep aynı sayıdadır yaprakları. Kokusunu hep merak etmişimdir. Koklamamla mor yaprakların oynadığını görmem bir oldu. Korkmuş bir yaban arısı beni alnımdan sokmaya çalıştı, elimle onu tersleyince bedelini elim ödemiş oldu. Kısa sürede şişen elime merhem sürüp yoluma devam ettim. Nehirden iyice uzaklaştım, türlü türlü kokulu bitkiler burnumu okşuyor. Çoğu zehirli maalesef alıp ağzıma götürmem bile. Çok çeşitli çiçek örtüsü yok ama bu çimenler bütün bu alanı fersahlarca kaplamış. Otçul, pek yabanıl hayvanın olmadığı belli çimlerin uzunluğundan. Şimdi gölgesini gördüm… Karşımdaki yamaçta, sedir ormanının içinde beni takip ediyor… Bir süredir beni izleyen bir şey var… Büyük bir dört ayaklı etoburu anımsatıyor gölgesi. Her şeye rağmen takdir edilesi, azimle aramızdaki mesafeyi daima korudu. Pek çekinen birisi değilim, fakat birkaç önlem de ben aldım demeliyim. Etki alanı büyük, önlemimin, ama şimdilik hayvancağızı korkutmaya gerek duymuyorum. Bırakalım da merakımızı besleyelim. Yine de varlığı beni ürkütmüyor değil… Vadinin devamında sanki başka bir mevsime geçmiş gibi yemyeşil çimenler yerini sararmış kuru başaklara bırakmıştı. Belimi az geçecek yükseklikteki bu otlar çıplak kollarımı ve boynumu kaşındırıyor. Artık arıların vızıltıları pek duyulmuyor, ufak orman kuşları da evlerine dönmüş gibi birden kayboldular. Meltemin sinirlendiği birkaç saniye dışında başak denizi de epey sessiz. Sanki uzakta kalan nehrin sesini duyar gibiyim. Ani bir hareketlenme ve hışırtılar dikkatimi çektiğinde hemen çantamı yere atıp yere çömelme ihtiyacı duydum. Rüzgârdan eser yoktu. Çalılar sanki kendi konuşuyor gibiydi. Az ilerimdeki hareketlilik birkaç çakalın bana yaklaştığını hissettirdi. Ya da yuvasına giden bir tilki ailesi olabilirdi ama değil. Uzun kulaklarını araladığım otlardan fark etmiştim. Birkaç tane köpeksi hayvan o alanda dolanıyordu. Umarım bana saldırmadan giderler. Aniden bir gürültü ile irkildiler. Ne olduğunu tarif edemiyorum, havanın kararışı gibi onlarında kıpırtıları daha da arttı ve benim tersi yönüme doğru bir tarafa doğru bakıyorlardı. Tam üç tane ince uzun köpek olmalıydı bunlar. Arka ayaklarının duruşu ne kadar gerildiklerini görmemi sağladı. Bir şey onların dikkatini dağıtmıştı ya da o yöne çekmişti. Acaba beni takip eden hayvan onlarında dikkatini mi çekmişti. Birden bedenleri diken gibi sivrildi, kulakları dimdikti. Tam bana doğru hızlı bir rüzgâr esti, gözlerimi kısıp açtığımda üç hayvanında yüzleri bana dönüktü. Yıldızlar gibi parlayan gözleriyle havlayarak bana doğru koşmaya başladılar. Ayağa fırlayıp kaçmaktan başka çaremin olmadığını biliyordum. Vadinin sonuna ulaşabilirsem, ulaşabilirsem evet zaten yolum çok kalmamıştı. Durak yerine sığınmalıydım. İyice azalan gün ışığı tamamen yerini dolunay ve yıldızlara bırakmıştı. Neden şimdi küçük cep fenerimi açmayı akıl edebilmiştim. Derken kör edici ışıklar gözümü kamaştırdı. Birkaç kişi bana doğru koşuyordu. Beni fark etmiş olacaklar ki, yetiştiler. Yüzleri korkmuş ve şaşkınlık doluydu. Acaba benim yüzüm nasıldı merak ediyordum. Ama nasıl bir yüz ifadem vardı o an bilemiyordum. Belli ki köpeklerin neden bana saldırdıklarına anlam verememişlerdi. İki kız bir erkekti ve beni hana götürmek istediler. Önce çantamı arayıp sonra hana geçmeliydim. Fenerlerin ışığıyla çantamı bulduk bulmasına ama yan ceplik erzak bölümleri tamamen parçalanmıştı. Köpekler yapmıştı yapacağını belli ki. Sırtıma aldım çantamı yola düştük. Az sonra hanın loş ışığı gözüme ilişmişti. Henüz girmemeliydim. Nezaket içinde onlara hana sabah gireceğimi, geceyi hanın ışıklarının vurduğu çalılık alanda geçirmek istediğimi söyledim. Fırtına çadırımı açıp içine kuruldum ve geceyi sessizlikle geçirdim. Yüzlerindeki şaşkınlığı ve çaresizliği anlayabiliyordum. Dinlenmeliydim ama dinlenesim yoktu, onlar gibi değildim.
Ekim, 2018