
Konar ailesinin evini nemli Akdeniz havası sarmıştı. Sıcağın en güzel, yalın haliyle hissedildiği bir yer burası, Erdemli. Defne sabahın ilk ışıklarında gözlerini açtı. Odanın iki yanındaki pencerelerin tüllerinde parıltılar oynuyordu. Sinekliklerin hemen ardındaki bahçeden gelen nefis çiçek kokuları Defne için bir mutluluk kaynağıydı. Ankara’nın o sert kışından sonra, daha bahar ayına alışamadan birden yaz ile karşılaşmak… “Kesinlikle yaz ayı en sevdiğim ay,” diye iç geçirdi Defne. Yer yatağını topladı, ince pikesini, çarşafını ve yastığını güzelce yatağının üzerine yerleştirdi. Daha geçen hafta Ankara’da yeni yaşını kutlamış, şimdi ise on dört yaşının heyecanıyla içi kıpır kıpır oluyordu. Heyecanlıydı çünkü bu sene liseye başlayacaktı. Yeni arkadaşlar, yeni bir okul, taptaze hayaller…
Birkaç gün evvel annesi ve ağabeyi ile birlikte babaannesi Sultan Ana’nın evine yaz tatiline gelmişlerdi, her sene olduğu gibi. Kendinden dört yaş büyük olan ağabeyi de tıpkı kendisi gibi yeni bir eğitim basamağına geçecekti bu sene. Üniversite…
“Yaz aylarının başlangıcı işte! Ne güzelsin haziran!” böyle yazmıştı günlüğüne Defne. Uyanır uyanmaz deftere uzanmış, işini bitirir bitirmez de yataktan fırladığı gibi odanın penceresini açmıştı. Ayağına çorap ya da terlik giymeye gerek görmedi. Hem zaten hava sıcaktı hem de sabah sabah terlik çok ses çıkarırdı. Odasından sessizce çıktıktan sonra elini yüzünü yıkamak için bahçeye çıkmak istedi. Çıt çıkarmadan dış kapıya yürüdü. Beton zeminin soğuğu onu rahatsız etmezdi ki yaz aylarında. Dış kapı aralıktı, bahçeyle arasında sadece sineklik vardı. Belli ki Sultan Hanım her zaman ki gibi erkenden kalkmıştı. Sabah 7.30’da kalkmayı alışkanlık edinmiş olan Defne için babaannesinin evinde ilk uyanan olmak zor işti. Ancak Ankara’nın karasal iklimine nazaran burada okula gitmek için değil, mesela denize girmek için erken kalkardı. Çarşaf gibi sakin, oracıkta dinlenen ılık deniz için… Öğleden sonrasına kıyasla gün doğumunda deniz o kadar sessiz ve dalgasız olurdu ki hem yosunlarla kaplı derin maviliğe kadar yüzmek için hem de renkli taşlarla süslenmiş sahil boyunu gezmek için en güzel saatlerdi. Tabi kimsecikler de olmazdı. Bu da sahilde bir başına olması demekti. Açıkçası kalabalık arkadaş grubuyla eğlenmeyi isterdi ama iş erken kalkmaya gelince, Defne bir adım öndeydi.
Sineklik kapıyı sessizlik içinde araladı, kapının dışında duran en açık pembe renkli naylon terliği giydi. Babaannesi onlar geleceği için kapının önüne en güzel terliklerini yerleştirmişti. Hepsinin pembe renkli olması biraz hoşuna gitti, biraz da komikti bu durum onun için. Abisi Ahmet’in üst kısmı nazar boncuklu koyu pembe terliği görünce ne tepki vereceğini merak ediyordu. Terlik o kadar büyüktü ki, akrabalarının en büyük ayaklısı olmaya aday olan Ahmet’ten başkası olamazdı. Babası Hikmet Bey’in eskilerini giydiğini ne çabuk unutmuştu? Asıl komik olansa bu durumun 1 yıl bile sürmemesi, Ahmet’in aile içinde özellikle de Defne sayesinde espri konusu olmuş “Ayakların benim boyumu bile geçecek.” gibi komik benzetmelere tanık olmuş ayaklarının, babasının ayaklarını bile geçerek, eskilerini babasına hediye eden kral ayaklarına terfi etmişti bile. Babasının “Hey gidi dünya. Benim hiç bu kadar ayakkabım olmamıştı Songül.” Lafı daha geçen kış ne çok güldürmüştü Konar ailesini. Doğru ya annesi Songül Hanım da kızına aynı uygulamayı yapabilirdi. Ortanca terlikler ise parlak Çingene pembesi rengindeydi ama üstünde boncuk yoktu. Kendi terliğine baktı, o küçük nazar boncuğunu fark etti ve sırıttı.
Bahçenin kenarındaki beton zeminde lavaboya geldiğinde limonların kokusu tüm diğer çiçekleri bastırmıştı. Babaannesi üç aşağı beş yukarı 17 türde ağaç yetiştirdiğini söylemişti. Özellikle evin çevresi ise mandalina ve limon ağaçlarıyla çevriliydi. Evin içinde yetişkin lavabosu vardı lakin evin dışında da eskiden kullanılan bir tuvalet ve banyo bölümleri bulunmaktaydı. Büyükbabası daha o minik bir bebekken ani bir kalp krizinden vefat etmesinden sonra evin dışındaki tuvalet ve banyonun iptal edilmesi daha uygun görülmüş olacak ki şu an banyo kiler görevi görüyordu, tuvalet ise gideri kapatılmış eski, ahşap kapısı kilitli, gizemli bir havada orada öylece duruyordu. Daha önce merakını çekmemişti ama kış aylarının burada bile soğuk olduğu düşünülürse çok da garip değildi bu durum. Elzem olan babaannesinin sağlığı olmalıydı ve halası ile babası bu yüzden annelerinin tüm bu işleri kendisine fazladan yük edinip yorulmasını istememiş olmalıydılar. Kendini bildi bileli evin içinde bulunan lavabonun ona ne kadar rahat geldiğini düşününce bu değişim için onlara hak vermişti.
Çeşmeden akan su mutfağın çeşmesinde akan sudan biraz daha soğuktu. Elini sabunlayıp yüzünü güzelce yıkadı. Çeşmenin altındaki dolaptan ufak yeşil havluyu çıkardı, o daha küçük bir bebekken üstüne ilk ismi dikilmişti. Aynada biraz kendisini inceledi. Elmacık kemiklerini, çenesini, gözlerini… Dalgalı saçlarını topladı, ufak bir çiçek toka taktı. Gülümseyerek eve tekrar girdi, sinekliği tam kapatmıştı ki, “Ninja ağabey!” diye bir ses karşısına zıpladı. Salon kapısında ağabeyini gördü, tüyleri diken diken kalbi hala hızlı atmayı sürdürürken sevinçle ona sarıldı, Defne’nin başı ancak omuzlarına yetişiyordu ağabeyinin. “Ay bu gürültü ne? Bak bak, kimler de gelmiş, Ahmet’im benim. Haber vereydin çocuğum.” dedi babaannesi. Beyazlamış saçları muntazam şekilde iki yana taranmış, uzun geceliğini tamamlamıştı. Yüzündeki derin kırışıklıklar birden yok olmuş gibi gülmeye başladı kadın, Defne’yle ikisine sıkıca sarıldı. “Seni uyandırmaya kıyamadım babaannem! Annem sağ olsun beni beklemiş, zaten sabaha karşı vardım.” Birlikte mutfağa gittiler, kahvaltının habercisi çayın kokusu çoktan haber salmıştı.
Mutfakta sohbet havası hâkimdi. Böylesine hoş bir aile ortamında tek eksik tabi ki babasıydı ama adamcağız başhekimi olduğu Ankara Numune Hastahanesi’nde işleri bitmek bilmiyordu. Kutsal bir meslekti onunki. Dumanı derinden tüten çayına göz gezdirip yudumlarken son lokmasını da ağzına atmıştı Defne. “Babaanne böyle güzel çökelek hiç yemedim. Tadı nefis.” dedi Defne babaannesinin çayını tazelerken. “Yaylada çok hayvanımız var kuzum benim. Hayvanların bayır, tepe otlayacak yerleri var. Dağı, toprağı bereketli, sütü de lezzetli olur o vakit.” İlerleyen dakikalarda ağabeyinin komik esprileri sofralarını neşelendirirken annesinin zoraki tebessümü Defne’nin gözünden kaçmamıştı. Yine böyle göründüğü bir günde konuyu ağabeyine açmış, ağabeyi ise onu kandırarak anne ve babasının boşanma aşamasında oldukları için annesinin mutsuz olduğunu söylemişti de ne büyük tantana çıkarmıştı Defne. Tabi annesi bu duruma hem çok kızmış, kızarken de kendisini gülmekten alıkoyamamıştı. Ama şu anda daha farklı bir görüntü vardı. Annesi sofraya ve babannesine bakarak “Hediye çocuklarla birlikte öğleden sonra buraya geliyormuş anne.” dedi. Aynı esnada sofrayı toplamaya yeltenmişti.
“Hayır ya!” diye haykırdı Defne. Yüzü kireç gibiydi, elleri kaskatı kesilmiş, bedeni taşlaşmıştı sanki. “İstemiyorum, onu görmek is-te-mi-yo-rum!” diye devam etti. Bu haykırış masadaki sessizliği silip süpürmüştü. Annesi titreyen elindeki kahvaltılık çanakları apar topar masaya bırakarak “Kızım yapma ne olur? O senin kuzenin, beraber büyüdünüz…” demişti. Ağabeyinin yüzü masaya eğilmiş, düşünceli düşünceli sanki önündeki zeytin çekirdeklerini sayıyor, annesi şaşkın ve ağlamaklı ifadesiyle Defne’yi süzüyordu. Babaannesi sıcacık eliyle Defne’nin elini kavradı, “İkiniz de benim biriciğimsiniz. Sen onun ablasısın. Merak et…” sözünü bitiremeden Defne ayağa fırlamış, babaannesinin eli boşta kalmıştı. “Şeytan görsün onun yüzünü!” diye haykırdı mutfağa doğru ve koşarak kendisini yattığı odaya kilitledi.”
“Gerçekten şeytan mı görsün yüzünü?” diye iç geçirdi. Ama o bunu çoktan hak etmişti. Melis, iki kuzeninden biriydi. Diğer kuzeni Tuna dokuz yaşında, ablasından üç yaş küçük şirince, sessiz bir çocuktu. Ama ablası Melis, geçen yaz… Ah o a yaz neler çektirmişti Defne’ye. Ankara’da bile başı kurtulamamıştı o isimden. Oysa geçen seneye kadar ne de güzel geçerdi birlikte tatiller.
1997 yılının temmuz ayı tüm o kötü anıların başlangıcıydı elbette, değil mi? Avustralya’dan Ankara’ya kesin dönüş yapan bankacılık sektöründe çalışan Fevzi ve Hediye Selim çifti çocuklarıyla babaannesine sürpriz yaparak yaz tatiline erken gelmemişler miydi? Birkaç hafta kalıp beş yıldızlı lüks bir otele tatile gideceklerdi sözde. Ama belli ki Melis onların da yaz tatilini zehir etmiş, gerisin geri Ankara’yı boylamışlardı büyük ihtimalle.
“Kızım kapıyı aç.”
Bütün bu işkenceyi yapmak için neden üç ay beklemişti ki? Pekâlâ, o sarı kafa Ankara’dayken aynı okula nakil olduğunda da pislik yapabilirdi. Ama dur. O onun aptal kızlar çetesiyle iyi ekuri olmuştu değil mi? Eğlenir gibi görünen gezgin grubuyla yapmadıkları maskaralıklar, uğraşmadıkları zavallı çocuklar yoktu. Baya zorbalıktı işleri güçleri. Asıl meseleleri dalga geçecek bir özellik bulup o kişiyi rezil etmekti. Kendisiyle o üç ay boyunca konuşmaması çok normaldi. Yalancıktan kuzenlerdi ve iki yaş büyük olduğu için kendisi biraz hedef dışıydı. Çalı saçlı, dört göz Aynur söylemese onların kendi defterine de karaladıkları lakabı bilmeyecek miydi?
“Avanak Arjin gururla sunar!”
Evet bilememişti. Sarı, uzun saçlarıyla ne ailesinden birini andıran ne de sülaleden kimseye benzeyen bu civciv ilk adımını atar atmaz canını yakmasını bilmişti. Geçen yıl! Onlardan hemen sonraki gün eve varır varmaz masmavi gözlerini ona dikmiş, göbek adını bağıra bağıra ona söylemişti.
“Arjin burada, Arjin burada!”
Bunları da okulun farklı yerlerine küçük Tuna yazmıştı tabi değil mi? O yalancıktan sarılmaya Defne de yalancıktan onu sıkarak karşılık vermişti. Ne tatildi ama. Kimsenin henüz farkına varmadığı bu ızdırap yeni başlıyordu. Saymakla bitmezdi fısıldamalar…
“Bana öyle seslenme! Defne benim adım!”
Nereden öğrenecek, halasından duyup eline geçirdiği bir oyuncak gibi kendisiyle uğraşıyordu. Ne babaannesini, ne annesi, babasını ne de kendi babasını dinliyordu. Aralarında zaten ona karşı en yumuşak olan kişi halasıydı. Zengin çocukları gibi havalar, kendi tarzı hakkında bitmek bilmeyen konuşmalar… Daha 11 yaşındasın! Buz mavisi yırtık pırtık yamalı kotunla…
“Defne annemle babaannem dışarıda oturuyorlar. İçeri gire…”
Elektro gitar, metallica yaması, sarı tişörtü üstü yıldızlı, sanki şarkıcı! Kafasına ağabeyinin bulls şapkasını da takınca çok havalı oldu tabi. Sahilde o yüzden laf atan çocuklarla takılıp “Sen eve git, uykusu var.” dedin. Epey sıkıcıymışım belli. Babaannemin canım çiçeklerine özen göstermez, üstünde hoplar, zıplar, debelenir, birisi gelirse kaçar suçu çiçekleri sulayan kime atar? Tabi ki Defne’ye! Her işe koşturan annesine bir kez olsun yardım etmiş mi?
“Yok, daha uyanmadı kızım. Bu yıl yüzme şampiyonası için çok çalıştı, yoruldu. Koçu geleceği parlak ol…” övüp övüp bitiremeyen halam. Epey iyi yüzücüydü hakikaten!
“Ya niye içeriye giriyorsun ağabey? Kimseyle konuşmak istemiyorum diyorum, anlamıyor musun?” dedi Defne. Ama ağabeyinin yüzünden onların geldiklerini anlamıştı. Arabaları çoktan evin önüne yanaşmış, bavullarını indiriyor olmalıydılar. “Lanet ols…” Ağzını ağabeyi sakince kapatmış, ona sıkıca sarılmıştı. Biraz daha sakindi artık. Birlikte dışarıda ki sandalyelere gittiler. Annesi ve babaannesinin karşısına sırıtarak çıktı, nedense öyle olmalıymış gibi. Günün tuhaflığı hala annesinin suratında duruyordu. Babaannesi sevinç çığlığıyla Tuna’yı kucakladı. Koşarak annesine ve kendisine sarıldı. Hala ufacıktı sevimli şey. Ağabeyi bavulları almaya gitmişti ve o göründü. Melis saçları omuzlarının hemen üzerinde bir gülüş atarak ona el salladı. Küçük tekerlekli bavulunu bırakıp Defne’ye sarıldı. Böylesine garip bir günde daha garip bir şey olamazdı. Her zamankinden farklı gülüşü, daha parlak gözleri ile Melis daha uzun gibi görünüyordu. Ama hala omuz ile baş hizasının ortalarındaydı boyu. Kısacık şortlarına alıştığı kız, koyu mavi bir kot pantolon geçirmişti üstüne. Parlak pembe çiçeklerle süslü beyaz tişörtünün bel kısmı kırpık kırpık olmuş, olası biçimde eksik olan kumaş da başının arkasını toka olarak süslemekteydi. Öpüldükten öncesi, sonrası söylenenler veya söyledikleri sıradan sevgi cümlelerini hatırlamıyordu bile. Birden akşam oluvermişti bile, tıpkı odasında düşüncelere daldığında neredeyse günün yarısının geçip gitmesi gibi… Fevzi amcası gelmemişti her nedense. Akşam sofrasında alay konusu oldu tabi ki bu durum. Ağabeyi Melis’in başına boğa armalı şapkasını geçirdikten sonra ekmek almaya gidince Sultan Hanım kollarını kocaman açarak haklı bir tavırla “Nerede bu erkekler yahu?” dedikten sonra Tuna başını düğün çorbasından kaldırıvermişti de ne gülünmüştü. Defne gülmedi, yalandan bir “ha ha ha” heceleri döküldü ağzından, hepsi bu.
Basketbol maçlarından sonra bir de futbol izlemek zorundaydı üstüne üstlük. Pazardan alıp üstüne geçirdiği Fransa 98 tişörtü mavi mavi parlayarak ekmekleri sofraya koyan ağabeyi maça iki dakikada hazırlanmıştı bile. “Ben keloğlanı tutuyorum.” deyivermişti babaannesi. “Babaanne o Ronaldo ya. Brezilyalıların üç dört tanesi kel zaten. Şimdi Fransa maçı var, sen oradaki kele bak.” dedi Ahmet bu küçük oyunlarını sürdürerek. Babaannesinin rakip takımı tuttuğunu söylemesiyle gülüşmeler olmuştu. “Zidane değil mi?” diye konuştu, o.
“Evet, o, cimcime.”
Cimcime tabi ki…
“Penaltıyı kullanan Djorkaeff! Vurdu ve gol! Gol Djorkaeff! Dakika 13! Gol Djorkaeff ve Danimarka karşısında Fransa 1-0 öne geçiyor.”
“Ahmet 1, babaanne 0!”
Kahkahalar birkaç dakika devam etti. Gerginliği biraz daha azalmıştı Defne’nin. Bunda ortamın gerginliğini üzerindeki yıldırımları yere savurmasını bilen babaannesi ve ağabeyinin de payı büyüktü tabi. Bir de Melis’in sofransın kaldırılışındaki azimli tutarlılığı.
Galibiyetin de verdiği coşkuyla Ahmet, Defne, Melis ve Tuna küçük bir yaramazlık için bahçeye saklanmışlardı. Ahmet’in o an cebinden çıkardığı cep telefonu hepsini şaşkına çevirmeye yetti. Startac model telefonun arkasına telefon kartı gibi bir şeyi telefonun içine soktu ve kart kendi kadar büyüklükteki telefonun içinde kayboldu. Gözleri ışıl ışıl, hepsi bu ufak telefonla yapacakları muzurluğu düşünüyorlardı.
“Hiç bana bakma Defne, benim değil. Telefonu babam bana ödünç verdi.”
Babasının telefonu olduğunu biliyordu ama daha yeni alındığı için nede ağabeyine ödünç verdiğini anlayamamıştı. Onun olmadığını duyunca içi rahatladığı için eğlenceye katılmaya kaldığı yerden devam etti. Telefonu açtıktan sonra ağabeyi, annesi ve halası mutfakta, babaannesi namaz yolundayken ev telefonunu aramayı başardı. Nasıl bir şaka yapacaklarını belirledikleri için herkes pür dikkat dinliyordu. Mısırdaki dedenizden bir sandık miras kalsaydı siz ne yapardınız? Babaannelerini bir kahkaha almış gitmişti elbette, tabi bu duruma şakanın arka fonunda “Evet teyze Mısır’dayız.” Sözleriyle küçük Tuna büyük katkı yapmıştı. Garipti o gece ise bitmek bilmemişti bu yüzden. Eve girdiklerinde halasının yüzü annesinin aynadaki yansıması gibiydi, garip bir solgunluk hâkimdi. Bu durağanlıktan fırsat babaannelerinde bir ya da iki saatlik gece gezmesi için izin almışlardı. Bahçenin sık ağaçları arasında boyu iki karışa ulaşmış çimleri ezerek yarı aydınlık yoldan sahildeki parka yürüdüler. Gerçi ağabeyi yarı yolda bilgisayarcı bir arkadaşına uğramak için onları bıraktı ama onlar yürümeye devam atiler. Araba hırsızlığı ne de önemli oyundu sanki. Ağabeyinin yeni tutkusu olan bu bilgisayar oyunları meslek seçimine de etki etmiş olacak ki bilgisayar mühendisi olmayı kafasına takmıştı. Güç belada olsa evlerine bir bilgisayar aldırtmıştı tabi.
Defne, kardeşi Tuna’yla muhabbet eden Melis’in sözünü kesmeden sessizce onlara kulak misafiri oluyordu taşlık yolda. Nasıl iyi bir abla olabilirdi ki bu kız? Okulda insanlara havalı görünmek tek gayesiydi. Bu yıl neyse ki aynı okulda değildi de şımarık çetesi dağılmıştı. “Hepsi zengin taklidi yapan ufak çocuklar işte.” Diye iç geçirdi. Yer cüceleri gibiydi onlar Defne için. Birer yer cücesi… Parkta onlar sessizken Tuna anında eski arkadaşlarını bulmuş, saklambaç oyunlarına katılmıştı bile. Kısa, yön tayin eder sohbetlerini saymazsak pek konuşmadan park çevresindeki sahil boyunu bir kanaldan diğer kanala arşınlıyorlardı. “Yüzmeyi bıraktım.” Diyivermişti sessizliği bozan Melis.
“Neden? Ailen büyük bir sporcu olacağını düşünüyordu.”
Gerginliği tekrar onu bulmuştu. Üzgün bir sesle “Hayır, biz. Yani ben oyuncu olmaya karar verdim. Tiyatro kursuna gidiyorum.” dedi Melis.
“Senden başarılı bir oyuncu olur.”
Ne adını söylemek istemişti ne de “başarılı” kelimesini vurgulamadan söylemeyi. Dağlardan gelen rüzgarla gülüştüler ama Defne hala sinirini bastırmaya çalışıyordu. Dalgaların vurduğu küçük iskeleye oturmuş üç çocuk elden ele sigara çeviriyorlardı. “Bende sigara içmeye başladım.” dedi Defne. Çocuklar laf atamadan, şaşkın bakışları arasında yanlarına oturup sigarayı bir nefes çekmek için hareketlenmişken Melis eline hızlıca vurmuş, sigarayı elinden aldığı gibi denize atmıştı. Ayın ışığında kocaman bir kadınmış gibi tavırla “Yürü eve gidiyoruz.” diye Defne’yi çekiştirdi. Çocukların cık cık sesler çıkarıp dalga geçmelerine aldırış etmeden hem de… “Bırak kolumu. Sen sigara içerken sana karışan mı oldu da bana engel oluyorsun?” derken kızgınlığını nazikçe açığa çıkarıyordu Defne. “Ben hiç içmedim Defne. Ağzıma alıp üfledim sadece. Sen ciğerine çekecektin ama biliyorum.” Demişti kırgın bir edayla sesi.
“Nereden bilesin ki? Kimseye söylemiyoruz bunları… Hadi gidelim, ben üşüdüm biraz.”
Melis Tuna’yı yanına çağırdı, kolunu omzuna atarak sükunetle sanki az önce hiçbir şey olmamış gibi kardeşiyle sohbet etmeye başladı. Bahçeye varana kadar ağızlarını bıçak açmadı, ta ki Tuna “Defne abla, hadi yarışalım mı? Ben çok hızlı koşuyorum artık. İkiniz de kaplumbağa kalırsınız arkamda. Ama sadece ikimiz. Ablam koşmasın…” dedikten sonra saliselik bir bakışma ile Melis “Hadi oradan bıdık.” demiş, son sürat koşmaya başlamışlardı. Bu koşu geleneksel yaz koşularının soluk bir gölgesi miydi? Yoksa gerçekten rüyada mıydı? Rüya olmalıydı çünkü nasıl bu denli değişmişti ki kuzeni? Defne yavaşladı, arkasında Tuna’nın bağırışını duydu. Ablasının baş ucunda yere kapaklanmış Melis’i doğrultmaya uğraşıyordu. “Bir yerin kanıyor mu, bakayım” dedi isteksiz bir telaşla Defne. Olağandışı solgun bakışlarını ona dikmiş Melis’in halsiz yüzünü görünce onu hemen kaldırmaya çalıştı. Bir omzuna Defne diğerine Tuna geçti. Korkmuş gözlerle “Abla ne olur anneme söyleme.” diyen çocuk nasıl da titriyordu. Melis zorlanan adımlarını atarken kardeşine şefkatle gülümsüyordu. Ama Defne en büyük telaşı yaşayandı. Melis Defne’ye baktığında sanki zaman durmuştu. Başını kaldırmakta zorlanan Melis’in her zaman ki parlaklığı gitmiş gözleri ona doğru yükseliyordu. Tebessümü uykudaki bir insanın suratından farksızdı, varla yok arasında gibiydi. Bağırsa mıydı yardım için? Bahçeden çıktıklarında halasından büyük bir feryat koptu. Adım atacak hali kalmamıştı Melis’in ve onun ağırlığını iyiden iyiye hissediyordu. Tuna ise iki büklüm olmuş debeleniyordu. Halası kızını kavradığı gibi ayakta tutmaya çalışırken Tuna durduğu yerden fırlamıştı. Titrek sesiyle kızına fısıldayarak ne olduğunu soran Hediye Hanım’ı işitebiliyordu Defne. Henüz patlamamış olan volkan köpürmeye başlamıştı. Melis’in dizleri aniden boşaldı, gözleri ağırlaştı. Tuna’yı kolundan yakalayıp sıkıca kavrayan halasının gözlerinde ki öfkeyi daha önce kimsede görmemişti Defne. Halası “Ben sana ne dedim! Ablana ne oldu görüyor musun!” diye haykırdıktan sonra Defne hiç düşünmeden annesinin elinden kurtulmuş Tuna’yı itmiş, “Onun suçu yok hala, birlikte…” çocuğa inen tokadı da öyle bir yemişti ki yüzüne, bu tokatla Tuna bayılabilirdi. Defne dengesini yitirip yere düşmüş halde dönen etrafını, çınlayan kulağını düzeltmek istiyordu. Melis de güçsüz bedeniyle annesi gibi yere yıkılmıştı. Halası kızını tutamamış ona sarılarak yere çöküp hıçkırıklar içinde ağlıyordu. Tuna ortadan kaybolmuş, bahçenin karanlığında koşarak uzaklaşmıştı. Defne’nin 1997 yazı ızdırabı bir sene sonra katmerlenmiş halde doruk noktasındaydı. Hak etmediği bir cezayı daha ona hak görmüşlerdi. Gözleri Melis’e kaydığında, donuk bakışların hep onun üstünde olduğunu anlamıştı. Elini Defne’ye uzatmış onun elini tutmaya çalışıyordu Melis, belki de son gücüyle. Defne korku ve şaşkınlık içinde elini geri çektiğinde bile Melis ona bakmayı sürdürüyordu. Defne ise yere bakıyor, adeta kayboluyordu. Bahçenin karanlığından ağabeyi son sürat geldiğinde babaannesi ve annesi de çığlıklara koşmuştu. Melis’i tek hamlede sırtına alan Ahmet onu hızla iç odaya götüren babaanne, annesi ve halasının bakışmaları… Sultan Ana “Tuna’yı getir Ahmet’im. Tez koş ara çocuğu” diye telaşla ağabeyine seslendi. Ağabeyi fırladı ve gözden kayboldu, tıpkı kendisi gibi… Olduğu yerdeydi, geçen sene olduğu gibi, yapayalnız. Kötü giyinen, sıkıcı, çirkin Arjin oluvermişti oracıkta. Kumlar çok güzeldi, köpüklenen dalgalarda bir bıçak gibi parlamıyor muydu? Gökyüzü altın bir tepsi gibi güneşi çıkarmıştı karşısına o gün. Hava çok sıcaktı ama o gün Defne için denizin en dip noktası gibi karanlıktı. Karanlık sularla boğuşan geçmişi elbette yorgun düşer pişman kişinin. Bütün yaz tatilini zehir etmiş bu sarı kafalı yer cücesi ile denizde yüzdükleri son günü hafızasından silmek isterdi elbette. Gülünç yürüyüşünden tutun, gözlük takmasına kadar, komik göbek adından tutun boyuna posuna kadar Melis’in tatilini zehir etmişti değil mi? Küçük sözlü şakaların yerini el şakalarına bırakmıştı. O gün Konar ve Selim aileleri Erdemli sahilindeydiler. Büyüklerin daha çok piknik havasında geçen ağaç altı sohbetleri bitmek bilmiyordu. Ne çok konuşuyorlardı. Melis, ağabeyi ve Defne suya yönelirken Tuna kumdan kalesiyle uğraşıyordu. Melis’in bu seferki şakası en iğrenci olmuş, Defne’nin mayosunu aşağı çeker gibi asılmış “Hoop, indi gitti aşağıya…” diye gülerek kaçmıştı. Öyle bir keyifle gülmüştü ki Defne’nin çığlığını algılamamıştı bile.
“Yer cücesi! Benden uzak dur!”
Doğru ya neredeyse göğsüne gelecek kadar kısaydı sarı kafa. Melis’in coşkulu gülüşü devam etmiş, koşarak denize dalmıştı ve yüzerek uzaklaşmıştı. Ağabeyi Ahmet’le yüzmeyi tercih ederek bir süre onunla vakit geçirdi. Kimse Melis’in şımarıklıklarına ses çıkarmıyordu. Hiç kimse, hatta ağabeyi bile. Her şeye rağmen ağabeyi kendisini neşelendirebilen yegâne kişi olmuş, biraz onunla yüzdükten sonra kendi akranlarının yanına gitmişti. Mecburen ona seslenen kuzeni Melis’e doğru yüzmüştü. “Sana bir şey göstermek istiyorum” deyip kim bilir kaç kişiyi ıslatmıştı bu sarı kafa. Gözleri tuzlu sudan yandıktan sonra kısık sesle homurdanarak kuzeninin kolunu sertçe sıkmıştı Defne. O acıya rağmen bitmeyen bir gülüşle uzaklaşan Melis arada onunla göz göze geliyordu. Ta ki gözden yitene kadar. Defne çırpınan eller gördüğünde bunun bir Melis oyunu olduğunu anlamıştı. Öyle emindi ki attığı yardım çığlığı bile Defne’yi uyandırmaya yetmemişti. Ne kadar sürdü bilmiyordu bağırışları. Bir sürat Ahmet yüzüyor ve diğer karede ikisi Melis’i suda sürüklüyorlardı. Sahile vardığında kurtarılan bitkin Melis “Defne beni neden kurtarmadın.” demeyi es geçmemiş, tüm suçun yükünü hediye etmişti. Oysa Melis’in boğulma anında onun yine kendisine bir oyun yaptığını düşündüğü için geç kalmış, onu kurtaranlardan birisi olmasına rağmen Melis’in onu suçlayan sözleri kulağına kazınmıştı. Çünkü ona inanmamıştı. Ama bugün ki durum çok farklıydı.
O gece Melis hakkında gizlenen bir sır açığa çıktı. Geçen sene denizde geçirdiği boğulma olayı ardından bedeninde yaşadığı yorgunluk hissedilir boyuta ulaşmış. Bedeninde hissettiği ama büyüme çağına yorulan ağrıların aslında bir çeşit kanser belirtisi olduğunu öğrenmişlerdi. Bu sırrı annesi ve ağabeyi bile biliyordu. Babasının Ankara’da olmasının, ağabeyine acil durumlar için cep telefonunu emanet etmesinin ve daha birçok şeyin bir sebebi vardı. Sırlar açığa çıktıksa Defne’nin morali iyiden iyiye bozulmuş, boğazı düğümlenmişti. Tuna’yı kucağında seven halası arada ona gülümsüyor, özür diler şekilde göz kırpıyordu. Melis ise biraz uzanarak dinlendikten sonra sandalyeye oturmuştu ama halsizliği belli oluyordu. Onlar yarın Ankara’ya dönüyorlardı. Doktorundan yalvararak aldığı bu kaçamak Erdemli seyahati onun için riskliydi ama o Melis’ti. Ele avuca sığmayan Melis annesini bile ikna edecek kadar inatçıydı. Böyle bir hastalık tabi ki onu da değiştirmeye başlamıştı. O gece yarısı babaanneleri ikisini de gizlice uyandırıp bahçedeki bir gecelik gelin çiçeğini göstermişti. Çiçek mucizevî bir şekilde o gece çiçeklerini açmış, ikisini de kendisine hayran bırakmış, duygulandırmıştı. Melis’e olan bakışları da o andan itibaren değişmişti. O gece babaanneleriyle bahçenin 17 çeşit meyvesinden, çiçeklerinden, dedelerinden ve Defne’nin göbek adından konuştular. Ebesinin daha bebekken toprağa verdiği oğlunun adı bir şekilde Defne’ye hediye edilmişti. Anlamı ise yaşamın ateşiydi.
Sabahın erken saatlerinde halası ve kuzenleri Ankara’ya gittiler. Defne yıkılmış gözüküyordu. Melis’e bir şekilde ona mektup yazacağını söyleyebilmişti. Ama yine de onu merak ediyordu. Birkaç gün içinde meydana gelen merkez üssü Adana olan deprem ile iyiden iyiye psikolojisi bozulmuştu. Hayatını kaybedenler, evleri yıkılanlar, depremin yarattığı uyuyamama hepsi uykusuz bırakmıştı onu. Dışarıda uyudukları bir gün babaannesine Melis’in yanına gitmek istediğini söylediğinde bir sevinç çığlığı koparmıştı yaşlı kadın. Ellerini tutmuş ağabeyiyle birlikte gitmesi için onlara para vermişti.
Ankara’ya vardıklarında ağabeyi ona bildiği tüm hikâyeyi anlatmıştı. Kuzenine küçük bir hediye almak metroyla Kızılay’a gelmişler, çiçekçilerin sokağından yasemin çiçekleri almıştı. Hastanede Melis’in odasına geldiklerinde onu hasta yatağında maskesi ve kısacık saçlı haliyle annesiyle didişirken bulmuşlardı. Tuna bir köşede resim çizerken, yemek yemeyi istemediği için annesine kızıyordu. Onları gördüğünde parlayan mavi gözleri nasıl da büyümüştü. Halası da artık rahatlamış olmalıydı. Defne’nin çiçekleri onu duygulandırmış olmasına karşın, Ahmet’in verdiği hediye ikisini de güldürmüştü. Ağabeyi Melis’in tahmin ettiği gibi sevgilisine aldığı döner kolyesini Melis’e hediye etmişti. Belli etmese de ağabeyi de çok duygusal hissediyordu. Melis’le gülüşerek tıpkı eski günlerdeki komik muhabbetlerini yapabiliyor olmaları Defne için çok değerliydi. Geçmişleri hiçbir kötü anı, sızı bırakmayacak gibi terk etmişti ikisini de. Melis’e kronik lösemi teşhisi konmuş, tedavisi kademe kademe başlatılmıştı. Babası ve Fevzi amcasının mekik dokuduğu geceler gündüzler birbirini izledikçe Melis’te yavaş yavaş tedavinin yıpratıcılığında güçsüzleşiyordu. Ama neşesini bir şekilde tutan kuzenleri sayesinde hala ufak yaramazlıklara karışıp hasta bakıcıları delirtip güldürebiliyordu. Televizyon izleme ihtiyacı duymadan Melis’in yanında durmaya devam ediyorlar, bazı günler ağabeyi yanında radyosunu getiriyordu.
Her gün evlerinden çıkıp bir şekilde hastanenin yolunu buluyorlardı. Zaman hızla akarken Ahmet ODTÜ bilgisayar mühendisliği bölümünü kıl payı kazanmış, sevgilisiyle aynı okulda okuyacak olmasıyla mutluluğu daha da katlanıyordu. Defne ise kendi okulunun lisesine devam edecekti, heyecanlıydı. Ama Melis’in varlığı onlar için en önemli şeydi artık. Herkes bir şekilde işinden gücünden arta kalan her zamanını burada geçiriyor, babaanne bile yaşlı annesini Ankara’ya kadar getirebiliyordu. Enteresan bir buluşmada Melis eskisinden çok daha olgun görünüyordu. Yaz aylarının sonunda çektiği ağrıların meyvesini aldıklarını bizzat babası tarafından öğrenen kızlar havaya uçmuşlardı. Melis’in sağlığı iyiye gidiyordu. Her şeyden ötesi dost olabilmek için bir hastalıktan ötesine, birbirlerine sahip olduklarını biliyorlardı.