“Herkesin sevdiği güleç yüzlü adam gitmiş, yerine kibirli, iri kıyım bir çocuk gelmişti. Bahçede onu görenlere selam vermeden geçip gitmesi, tapınak yolunda suyla oynayan sabilerle hiç konuşmaması Delgar’ın ona yüklü borcunu unutması kasabanın sakinlerini endişelendiriyordu. Sadece bu da değil, ne doymasını ne konuşmasını bilmez olmuştu. Geceleri vadinin kâbusu gibi sokakları dolanırdı. Neyse üç ay kadar süregeldi. Sonunda dayadı kafasına, sıktı temizce. Biz de derdinin kiminle olduğunu öylece anlamış olduk.”
Zaman hızlı akmış, ne zaman suyun başında otursam böyle oluyor. Sanki düşün bedenimle hızla kayboluyor. Bakmaya cesaret edemiyor bazen de kaçmaya korkuyor gözlerim. Yine aynısı oldu, bir göz takip ediyor beni. Bu dev çam ağacının alt dallarından aşağıya doğru kafamı nereye kaçırsam bilinçsizce birleşmiş, kaybolmuş kökler, çürümüş, rengini yitirmiş tüm o yapraklar, yosun ve mantarların sarayı olmuş kireç taşı, orada. Gözlerimi kapatsam daha da yaklaşacak bana biliyorum. O yüzden kapayamıyorum bilmeden. O renksiz taşı süzüyor sanki göz. Bir şeyler mi anlatıyor? Diğer eşini mi arıyor? Yoksa uyumayı mı istiyor? Hangi nedenle olursa olsun bu çılgınlığın bitmesi için beklemeliyim biliyorum. Yine aynı ayakkabı, yine aynı bağcık inatla çözülüyor. Ben daha bağlayamadan karanlık çöküyor. Aynı hızda akmıyor sanki yatağında su. Birileriyle dertleşir gibi bir yükseliyor bir alçalıyor sesi. Gözü görmüyorum artık, idam edilmiş gibi boğumlu görünüyor ayakkabım, bağcığımı bağlayınca, içindeki zavallı parmaklarım, ayağımın tabanı sanki beni tanımıyorlar gibi yabancı geliyorlar bana. Çorabım kaskatı kesilmiş, iç çamaşırım keza öyle. Bu geceyi de öylece ortada uzanarak geçireceğim, düşünmeden ve uyumadan…